Hangi kitapta okuduğumu hatırlamadığım bir cümleydi, “Bazı insanların yapmak istediklerini anlamaları zaman alır.”
İlk gördüğümde yalnızca hoşuma gitmiş, sıradan, öylesine bir cümleydi. Ama sonraki günlerde havada asılı görünmez bir levhaya yazılmışçasına her gittiğim yerde karşıma çıkıp dilimi de zihnimi de karıncalandıran bu cümleyi ne yapacağımı, hayatımın neresine koyacağımı bilemiyordum. Aklımın tartısına koyduğumda sadece anlamlıydı ve doğruydu. Ama içine sakladığı yaşam bilgisine sahip değildim o sıralar. Oysa şimdi biliyorum. Günü gelip hayatım hakkında ne yapmak istediğime karar verdiğimde, bir anlatım sanatı olarak seyrettiğim bu cümlenin içine girecektim.
Cümlelere tutkundum. Derin, anlamlı, inci gibi dizilmiş cümlelere. Çocukluğumdan beri hep böyleydi. Kocaman bir hayat, birkaç cümleye sığabiliyordu. Art arda dizildikçe yaşamın perdesi aralanıyor, koca bir hayat sanki günün birinde o birkaç cümleyi söyleyebilmek için yaşanıyordu.
Bazı hayatlar cümlelerden yapılıyordu. Yazıdan yapılmış bir hayat oluyordu.
Birden geçmişimin bana neden zaman zaman başkasının geçmişi gibi göründüğünü anladım. Kendi olamamış bir başkası olduğumdandı. Bir yazara yazdıracaktım hayatımı. Böylece “yazılmış” bir hayatım olacaktı. Yazıdan bir hayat! Bütün istediğim buydu.
Akşam aradım onu, Cemil’i; hayatımı yazacak olan sensin dedim. Önce anlamadı ne demek istediğimi, lafı çok uzatmadım.
"Yarın trenle geliyorum. Beni karşıla. Gelince anlatırım."
Cemil, liseden arkadaşımdı ve ülkenin önde gelen belgesel metin yazarlarındandı. Ondan daha iyi kimse anlatamazdı beni.
En doğrusu hayatımı kendim yazmamdı elbette, ama bunu yapmak için geç kalmıştım "yazı"ya, hem kendim yazsam bile bir başkasının hayatı olacaktı. Üstelik bir yazar olmadığım sağduyusuna da sahiptim. Yaşamım boyunca temkinli adımlar atmış biri olarak sınırlarımın farkındaydım. Zorlamamak gerekiyordu bazı şeyleri.
Sabah erkenden bir daha dönmemek üzere elimde küçük bir bavul, ardımda açılmayacak bir kapı bırakıp evden ayrıldım. Yoldan geçen bir taksiye bindim ve tek bir cümle kurdum yol boyunca "İstasyona."
Yolculuk boyunca zihnimde tek bir cümleyle uğraştım, “Mutluluk neden yalnız, acı neden daha güçlü.?”
Mutluluk yersiz yurtsuzdu. İnsanı bir anda bırakıveriyordu. Hiçbir kimseye teslimiyeti yoktu, kimseye ait olmuyordu. Mutluluğun ortak dili yoktu. Oysa acı öyle mi? Acı her duyguyu tahakküm altına alacak kadar güçlü ve bireye aitti, kişiseldi. Paylaşılmazdı. Acıdan arınmış hiçbir duygu yoktu.
İstasyona vardığımızda gün eskimiş, gölgesi son kez yeryüzüne düşmüştü.
Ruhumdaki yırtığı, iğne iplik alıp dikme vakti gelmişti.
Yolculuk boyunca dönüp dolaşan kelimeler gelip boğazımda düğümleniyordu. Ah! Kelimeler; kimi söylenir kimi söylenmezdi, kimi eksik kimi yoksul aşıydı, kimini yutup kimini dilime sürttüğüm kelimeler… Kimini sır edip yok ettiğim, kimini açık ettiğim… Kimi kin tutardı, kimi çiçek açardı…
Bir vedanın çağırması mıdır? Yitik bir helalleşmenin elden avuçtan taşan buruk hüznü müdür? Gizlice ağlamanın ağırlaştırdığı dünya kadar insana ağır gelen hiçbir şey yoktur.
Bazı insanların hikâyeleri baştan bellidir. Yarım kalmaya, sessizce geçiştirilmeye, en başından yazılanın sonda yaşanmasına yazgılıdır bazı hikâyeler. Kalbimde açılmış bir çiziğin müsebbibini bağışlayamamanın kederi ne de ağır…
Sonra hayat eski bir söz gibi ağırlaşıp yokladı nem yüklü gözlerimi, bir esinti yaladı saçımı, yüzümü. Herkes arkasında bir şeyler bırakıyordu. Bir söz, bir işaret, bir bakış… Benim sana bıraktığım katlanması zor bir yas oldu.
Kentlerden, meydanlardan, sokaklardan önce insan betonlaşır, hayallerden, düşlerden, kendine verdiğin sözlerden vazgeçtikçe kendine vadettiğin masalın ilmekleri çözüldükçe… Ruh da eşyalaşır, hikâye de betonlaşır, okunmaz olur onca hatıra dünyanın ara ışığında.
Zamanla üstünü örttüğümüz şeyler taşlaşıyor, zaman boşluk tanımıyordu. Zamanla boşluklar birbirine yapışıyor, taşlaşıyor ve çözülmüyordu. Oysa her şey sıcağı sıcağına gerçekleşse, zamana bırakılmasa böyle önümde koca bir kaya olmayacaktı.
İnsan, ne kadar ararsa arasın, aradığını kalabalıklar arasında bulamıyor, ıssızda, müstakil bir yalnızlıkta ayan oluyordu aradığı, bin kapı da açılsa kalabalıkta duyamıyordu insan. Ancak sessizlikte tek bir kapının sesini bile duyabilirdi.
Sahi senin kalbinin de bölümleri var mı? Sanırım benim kalbim dört katlı, odaları öylesine çok ki temizlemeye üşeniyorum. Yanlış anlama, bir kalpte dört kişi değil de anılarla sıkı sıkıya bağlanmış…
Bir kitabın adında, bir şiirin mısrasında. Bir şarkının sözlerinde, bir fotoğrafın solmuş renginde gizlenmişler. Okumadıkça, dinlemedikçe akla gelmeyen, bazen bir kokuda akla düşen ah çekmeler, iç geçirmeler…
Gençken daha üniversitenin ilk yılında tanımıştım onu. Yanımda yürürken, elini tuttuğumda uçarı bir neşeyle gelen, hayatı hafifleten, daha önce kendimde görmeye alışkın olmadığım bir güven ve sevinç hissediyordum. Tüm dünyaya meydan okuyor, kampüsün dar koridorlarında el ele tutuşurken, öperken, saçlarını okşarken dünyalar benim oluyordu. Param yoktu o zamanlar, senin paran da geleceğin de yok deyip, benden daha paralı birine gitti. Hoş o zamanlar herkes benden daha paralıydı ya, aldırma gönlüm giden gitsin sen şarkılar söyle içinden boş ver, yeni çıkmıştı. Erkek yurdunun soğuk koridorlarında söyledim bu şarkıyı onun ardından, ona adamıştım bu şarkı sözlerini. Sevdiğimi sandığım kadına!
Sonra da aşklarım oldu. Sevdiğimi sandığım kadınlar biriktirdim. Şimdi senden kalan ne diyorsun, bilemedim ama özgürüz bak, çünkü ikimiz de yalnızız, ikimizin de karışanı görüşeni yok bu dünyada. Hatta çok değilse bile biraz mutluyuz da. Teraziye koysa ne çeker sence anılar ve özgürlük bir parça da mutluluk işte.
Eski mektupları karıştıralım mı yeniden, belki gözden kaçırdıklarımız vardır belki yeniden diyeceğimiz birkaç umut kırıntısı cümle.
Ah, bu kafamda susmak bilmeyen keman, gitar olmasa, ah bu sana yazdığım şiirler kafamda dönüp durmasa, mırıldanmasam adını.
Sonra bir aksam mektupların olduğu kutuyu saçtım ne kadar da hafiflemiş; ne yaptın, onları da mı alıp götürdün?
Kim bilir kaç kitabın sayfasına karıştı sevinçlerimiz, acılarımız, kavgalarımız, kahkahalarımız…
Öylece donakaldım, içimde taşlaşmış bir mahzunluk var. Yok, anlatmayacağım böyle acıklı şeyler sana. Boş ver okumayayım bu mektubu, hem sonunda şiir de yok. Gel canım hepsini koyalım kutuya, bütün o eski mektupları, eski kasetleri, sonra biraz evin tozunu alırız ucundan, biraz temizlik! Sonra en sevdiğimiz şeyi yapalım, kütüphaneyi düzenleyelim, yok bu defa ad sıralaması olmasın, romanlar bir arada öyküler bir arda şiirler bir arada olsun hatta yerli yabancı diye, dur hatta aşk, savaş, bilim kurgu, polisiye, tarihi diye de ayıralım, bilirsin eski kitapların kokusunu severim; ah bu koku, çocukluğum…
Sahildeki meyhanelerin birinde tek başına içerken buldum Cemil’i. Denize bakan camlardan melankolik bir ışık düşmüştü masasına, esen rüzgârın uğultusunun kemirdiği pervazların ahşabından zamanın ıslığı duyuluyordu.
"Dinle Cemil, sözcüklerden bir adam olsun istiyorum. Hayatım bir ada hikâyesi olsun!"
Basık tavanlı meyhanenin dumanlı havasından kurtulmak için camdan dışarı göğe ya da denize bakarken sözcüklerden oluşacak adayı hayal ediyordum. Sis kalktı mı, bulutlar çekildi mi görülebilecek bir ada.
Issız bir ada mı diye sordu Cemil?
Her zaman duygularını saklamayı başarmış biri olarak başımı öne eğdim. Cemil’in yüzünde beliren gülümseme bana kapatmaya çalıştığım yarayı, seni, kirli bir tebessüm olarak hatırlattı.
Kitabın adı ne olacak diye sordu Cemil.
“Bilmiyorum yazar olan sensin.”
“Ama hayat da seninki.”
“Yazılmış bir hayatın ne anlama geldiğini biliyorum. Yazdıkça benim hayatım olmaktan çıkacak.”
“Belki de bunun için istiyorum, kendi hayatımın dışına çıkmak için.”
“Kararlısın yani.”
“Hayatımı yazıyla tartmak istiyorum diyelim.” dedim gülümseyerek.
Kalbimin bir zamanlar sahip olduğu ürpertici heyecan, uçarı hayallerim, sönmüş kelimelerimin sırrı dökülmüş, günden güne kelimelerim benden vazgeçiyordu. Bunu Cemil'e nasıl anlatabilirdim ki? Kendi gözlerimde nicedir sönmüştü kelimelerim. Tutunamayan insanları anlatmak için daha fazlası gerekiyordu. Tutunamamak, kaybedenlerden olmak gibi fiyakalı sözler çabucak içi kof sözcüklere dönüşecekti.
Onca bildiğim hiçbir hayat bir yazara teslim edilemezdi. Meyhaneden Cemil’e bir şey söylemeden kalktım. Günbatımının ışığı iyice berraklaştırmıştı denizin üstünü.
Dursun Karaseki
Comments