Salonun halısında kırık camlar var. Orta sehpanın üstü darmadağınık. Çerçeve yerde duruyor. Devrilmiş sandalyeler ortada. Dün geceyi anımsamaya çalıştı. Sadece sol kolunun sol yanındaki çürüğü hissetti. Biri mi vardı yanında? Biri olsa hatırlardı. Hatırlamaz mıydı?
Başındaki ağrı dayanılmaz. Kusmak istiyor. Darmadağınık saçları ve geceliğiyle mutfağa gidip ilaç arıyor. İki koca bardak su içiyor. Yangın var. İçi yanıyor. Geceye dair ip uçları arıyor mutfakta. Yok, her şey her sabah olduğu gibi. Dağınık ve pis.
Bir daha böyle uyanmayacağına kaç kere söz verdi? Kaç sabah verdiği sözü gecesinde bozdu? Böyle mi ölecek? Böyle mi son bulacak her şey?
Bağımlı olmaya meyilli kayıp bir ruhtu. Hayatına giren erkeklere de bağımlı. Aşka, sevilmeye ve sevmeye bağımlı. Âşık olmak kendini kaybettiği derin bir sarhoşluk hali. Son sevgilisi Mert’ten ayrılışı hâlâ aklında. Ne kadar zorlandığı, nasıl ağladığı… Ondan ayrılmamak için bambaşka bir insan olma hayali, sonunda mutsuzluktan çaresiz kalan yüreği. Olur olmaz zamanlarda açtığı telefonlar. Meşgule düştüğünde veya açılmadığında geçirdiği krizler. Dibine kadar rezillik.
Kafasının içinde dans eden düşünceler yumağıyla oynarken çocukluğunda buldu kendini. Annesinin elbise dolabını karıştırdığı günlerde.
“Anne ayakkabılarını giyebilir miyim?”
“Giy ama dikkat et, topukları kırılmasın.”
Dolabın orta kapısını açınca yerde dururdu ayakkabılar. Önü kapalı ve bilekten bağlanan modeli ile en sevdiği, annesinin “lame” dediği bir renkte olandı. Bilekten geçen bantta parlak taşlar vardı. Bir seferinde ayakkabılara uzanırken cam bir şişe gördü dolapta. Anlam veremedi, eline alıp baktı. Boştu. Üzerinde bir etiket vardı. Ne yazdığını okuyamadı. Şişeyi yerine koyup ayakkabıları giydi. Beline yılan derisi bir kemer taktı. Aynada saçlarını savurarak şarkılar söyledi.
Artık neredeyse her gün izin bile almadan dolabı karıştırma oyununa devam etti. Renk renk ve şık ayakkabıları giymeye bayılıyordu. Cam şişe bir nedenle aklında kaldı. Orada olmaması gerektiğini biliyordu. Annesinin dolabını karıştırdığı pek çok seferde farklı şişeler buldu. Bunların kimi yuvarlak kimi köşeli bazıları çok kalın camlıydı. Üzerleri kesimli, şekilli olanlar, renkli olanlar. O yaşında ne olduğunu anlamadığı ve aldırmadığı bu keşfini gençlik yıllarında anlamlandırdı. Hem de en son yudumuna kadar.
Mutfakta bulduğu ağrı kesicileri içti ama biliyor bu acıyı çekecek, saatlerce geçmeyecek baş ağrısı. Ağzındaki o tat. Tiksiniyorum kendimden. Ne içtim bu kadar? Votka şişesini hatırlıyor elinde. Başka bir şey yok geceye dair. Salondaki kanepeye uzanıyor. Zihni yıllar öncesine gidiyor. Dünü hatırlayamazken doksanların başında bir yılbaşı gecesinde buluyor kendini. Beyoğlu’nda bir barda sigara dumanından boğulmak üzereyken kendini dışarı atıp buz gibi havayı içine çekişi ve havanın ciğerlerine doluşu. Peşi sıra çıkan arkadaşları, dönen başı, sokakta yere yatışı, kucaklanıp arabaya taşınması aklında. Arkadaşlarının onu ayıltmaya çalışması, peşi sıra içirdikleri kahveler. Sabahın beşinde eve girişi ve odasına sıvışması. Bir tek babaannesi oturup beklemiş pencerede.
“Neredeydin bu saate kadar kızım?
“Sana ne ya, annem babam yatmış. Sana ne!”
Ne saçma! Bunu neden hatırlıyorum ki şimdi. Hatırlamak istediğim dün gece. Kolum niye mosmor? Niye bu kadar acıyor bileklerim?
Berbat evliliğinin son günlerinde annesini ve babasını akşam yemeğine çağırdığı gecenin sabahı da böyleydi. Kalktığında geceye dair hiçbir şey yoktu. Annesini aradı hemen.
“Anne dün gece ne oldu, çok mu kötüydüm?”
“Sorma canım, çok üzülüyoruz. Çok içtin gene.”
Derin bir sessizlik. İçinde bir öfke kabarıyor. Ben mi çok içtim? Neden acaba? Bir çıngırak sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Kedisi Kaşmir. Uyandı demek. Hemen yanına koşup tüylerini, patilerini kontrol etti. Camlara basmış olmasın. Üzerine cam sıçramasın aman. Neyse bir şeyi yok. Boynunun üzerinde taşıdığı betona rağmen elektrik süpürgesini çıkarıp camları iyice süpürdü. Sehpayı sildi dikkatlice. Hiç cam kalmadığından emin oldu. Üzerindekileri toplayarak balkonda örtüyü silkeledi.
“Acıktın mı kuzum?”
O olmasa herhalde yataktan çıkmam.
Bir sıkıntı doluyor göğsüne. Oyalanmam lazım. Bulaşıkları makineye diziyor. Çöpleri ve boş şişeleri topluyor. Midesi ne kadar kötü olsa da kusmayacağını biliyor. Bütün ömrümce toplasam on kere kusmuşumdur. Hapları yuttuğu gece de kusturamadı annesi. Boğazına parmağını soktu, tuzlu su içirdi. Yok kusmadı. Midesini yıkamaya hastaneye götürdüler sonra ambulansla. Bu nereden çıktı şimdi?
Telefon çalıyor. Neredeki bu? Yatak odasında sanki. Yatağın içine bakıyor, örtüleri kaldırıyor. Hah işte. Arayan numaraya takılıyor gözü. Mert. Neden arıyor ki beni? Açıp açmamak arasında düşünürken telefon hâlâ çalıyor.
"Niye arıyorsun beni?”
“Nasıl olduğunu merak ettim.”
“Bu kadar zaman sonra mı? Çok komiksin.”
Sessizliği bir iç çekiş takip ediyor.
“Ne istiyorsun ya, söylesene.”
“Sen, geceyi hatırlamıyorsun değil mi?”
Bir an donup kalıyor. Hayır hayır hayır. Lütfen, hiçbir şey hatırlamıyorum. Ne diyeceğini bilemiyor. Soluğu duyulacak diye korkarak nefes veriyor. Kelimeler dudaklarının arasında sıkışıyor. Bu suskunluk dakikalar sürüyor. En sonunda güçlükle yutkunuyor.
“Ne oldu?” Sesi o kadar cılız çıkıyor ki neredeyse kendine acıyacak.
“Konuşmak istedin. Geldim, çok sarhoştun gene. Üzerime saldırdın. Her zamanki şeyler. Seni yalnız bırakmak istemezdim ama başka çarem yoktu. Bu böyle devam edemez biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum.”
“Bir daha gelmeyeceğim. Lütfen sorunun için bir doktora git.”
Telefonu kapatıp salondaki kanepeye geri döndü. Televizyonu açtı. Kaşmir yanına geldi. Yemyeşil gözleriyle baktı.
“Korktun mu gece? Korkuttum mu seni?”
Bilge bakışlar onu süzmeye devam etti. Öyle çok şey söylüyordu ki o bakışlar. Benzer bir gecede ona zarar verebileceğini düşündü. Üzerine bir şey devrilebilir veya bir yerde kapalı kalabilirdi. O kafayla kapı ya da pencereyi açık bırakabilirdi. Bu bir insanın çocuğuna zarar vermesinden farksızdı. Tüylerini okşarken “Söz sana, artık içmeyeceğim.” diye mırıldandı. Bir müddet sarılıp yattılar. Biraz uyukladı.
Kalktığında hava kararıyordu. Evde bulunan bütün stokları lavaboya döktü. Şişeleri çöp poşetlerine doldurup, poşetleri apartmanın çöp odasına sürükledi. Yatağını topladı. Mutfağın yerlerini sildi. Bugüne kadar hayatını mahveden tüm aile fertlerine, sevgililerine, eski kocasına beddualarını son kez yolladı. Girip uzun bir duş aldı. Bu sefer olacaktı, istiyordu çünkü. Televizyonun karşısına oturdu. Telefon çaldı. Annesiydi arayan. Açtı.
“Anne” dedi. “Kedime söz verdim, artık içmeyeceğim.”
Banu Kalkandelen
Commenti