top of page
Schoolgirl with Books
Yazarın fotoğrafıPandabiyat Ekibi

Sararan Birkaç Yaprak - Yasemin Pforr




Saatin sesi yankılanıyor sessizliğe boğulmuş evin içinde. Tik tak tik tak… Dakikaları sayıyor yaşlı adam. Şimdi çalar kapı, diye düşünürken çalıyor kapı.


Salim Bey yavaşça kalkıyor yerinden, ayağını sürüye sürüye kapıyı açıyor. Kapıcı, ekmek ve gazeteyi getiriyor her sabah aynı saatte.


“Günaydın Salim amca, nasılsın bu sabah? Behiye Teyzem nasıl?”


“Aynı be oğlum. Yatıyor öyle, boş boş bakıyor etrafına sanki bir şeyleri hatırlamak ister gibi. Ama yok, beni bile…”


“Geçecek Salim amcacığım, geçecek. Bir şeye ihtiyacın olursa zile basman yeterli biliyorsun. Gideyim ben, diğer daireler de bekler ekmeklerini.”


“İnşallah oğlum inşallah. Hava nasıl oğlum? Soğumuş mu iyice?”


“Yok çok güzel, sanki yazdan kalma.”


“İyi iyi.”


Kapıyı kapatırken bir hava almaya çıkabilse, diye düşünüyor Salim Bey. Karısını yalnız bırakabilse… Emel’i mi arasa? Biraz gelip dursa annesinin yanında. Olmaz ki, çalışıyor kız. Kadın yarın gelecek. Balkon kapısını açsa, biraz hava girse eve. Soğuk. Havasızlıktan, yalnızlıktan, sıkıntıdan, hastalıktan çürük yumurta gibi kokuyor evin içi. Dayanamıyor artık bu kokuya yaşlı adam. Bu kokunun içinde çürüyor bedeni, aklı, ruhu…


Yalnızlıktan, sıkıntıdan, yalnızlıktan, sıkıntıdan. Saatin sarkaçları gibi bir o yana bir bu yana. Tik tak tik tak…


Behiye’nin de hafızası parça parça koptu çürümekten, diye hüzünle düşünüyor Salim Bey. Dayanıklıymış maşallah; tam yedi sene oldu, tümden yıkılmadı daha mihrap. Buruk bir gülümsemeyle ağır ağır mutfağa gidiyor, elinde ekmek ve gazete.Titreyen elleriye dökmemeye özen göstererek çayı koyuyor. Uyanır Behiye Hanım birazdan, hemen çayını ister. Açık ve şekersiz. İstediği yok Behiye Hanım’ın herhangi bir şey, ama Salim Bey’in böyle düşünmek hoşuna gidiyor. Böyle direnebiliyor yalnızlığa, bir türlü geçmek bilmeyen zamana.


Başka kimselere teslim edemezdi Behiye Hanım’ı. Elli iki senelik karısını ondan iyi kimse tanımazdı ki! O yüzden ne bakıcı ne de bakım evi fikrini kesinlikle kabul etmemişti. Emel’in ısrarıyla eskiden haftada bir gelen temizlikçiyi haftada üçe çıkarmışlardı. Hem evi temizliyor hem iki kap yemek yapıyor, -hoş onu bile yiyen yoktu ya- çarşafları değiştiriyor, Behiye Hanım’ı yıkıyordu. O günlerde hava güzelse, Salim Bey dededen kalma gümüş başlı, sedef işlemeli Devrek bastonuyla yaklaşık beş yüz metre yürüyerek ulaştığı geniş çınar ağacının altındaki bankta oturup hava alıyor zaman zaman. Bacaklarında artan kireçlenmeden ötürü fazla yürüyemediğinden tek gelebildiği yer burası. Dallara konan kuşlara, yapraklara bakarak vakit geçiriyor. Üşüyor da çabucak. Yarım saatten fazla sürmüyor bu oturmalar. Yazın bile boynundan çıkarmadığı atkısını yeniden sıkı sıkı sarıp bastonuna dayanarak düşüyor gerisin geri ev yoluna.


Gelen ekmeğin ucunu kesip kenara koydu. Behiye Hanım pek severdi ekmeğin ucunu. Beraber alış veriş yaptıkları zamanlarda, ekmek almışlarsa eğer, ekmeğin iki ucu da yenmiş olurdu eve gelinceye kadar. Gülümsedi. Sonra ekmekten kendine ince bir dilim kesti, az bir peynir koydu tabağa. Titrek elleriyle bardağa dökerken bir kısmını da dışarı döktüğü çayla birlikte mutfak masasında yemeğe koyuldu, bir kulağı tetikte. Ses yoktu. Ekmeğin de peynirin de yarısı kaldı, doydu. İştahı iyice azalmıştı. Peyniri dolaba koyarken buzdolabında tencere tencere yemekleri gördü. Yarın yemek yapmasındı kadın. Sadece Behiye Hanım’a en sevdiği tarhana çorbasını yapsındı. Daha dolaptakiler yenecek, çöpe gidecekler yoksa, günahtır. Mutfağın çaprazında kalan Behiye Hanım’ın odasına gitti, baktı. Duymamışsa falan… Yok, uyuyordu hâlâ karısı. Duvara yakın yürüyerek salona geçti. Farkında değildi duvara yakın yürüdüğünün, içgüdüsel öyle yürür olmuştu son zamanlarda. Gazeteyi aldı, yakın gözlüklerini taktı. Okumaya çalıştı. Haberleri anlamıyordu artık. Kimin eli kimin cebinde belli değildi. Takip edemiyordu. Damat bir şeyler anlatıyordu ama aklı almıyordu olanları. Kendi gençliğinde de siyaset karışıktı; darbeler, idamlar her şey olmuştu ama bugünlerde olanların yanında hiç kalırdı. Yaşlılıktan olmalı, onun devri geçti tabii. Spor da ilgisini çekmiyordu. Gençliğinde lisede bir iki futbol oynamışlığı vardı ama o kadar. Bir de her çocuk gibi çocukken mahallede. Banka müdürlüğünden emekli olduğu için finans sayfası en ilgisini çeken sayfaydı ama öyle yeni terimler çıkmıştı ki, onu da anlamıyordu. Okuyacak bir şey bulamayınca katlayıp koydu gazeteyi sehpanın üstüne. Behiye Hanım uyanınca magazin haberlerini okurdu ona. Oyalanırdı biraz karısı, oyalanırdı kendisi.


Beklemeye başladı. Saniyeleri saydı. Tik tak tik tak…


İçeriden inlemeye benzer bir ses duydu. İyice dikkat kesildi Salim Bey. Behiye Hanım’ın odasından geldiğinden emin olunca koşar adımlarla -kendi öyle sanıyordu- gitti Behiye Hanım’ın yanına. Sürgüyü yerleştirdi altına. Bekle getiriyorum çayını, dedi; mutfağa gidip gene döke saça açık ve şekersiz bir çay koyup geri döndü. Sürgüyü çekti Behiye Hanım’ın altından ve tuvalete boşalttı, duşta yıkadı. Odaya geri geldi.


“Günaydın Behiyem nasılsın bu sabah?”


“…”


“Ben Salim, kocan Behiyem. Ne olur hatırla bir kerecik beni.”


“…”


“Çayını getirdim sevdiğin gibi.”


Çayı kaşıkla karısına içirmek istedi Salim Bey. Behiye Hanım tanımadığı bir adam elinde kaşıkla ona yaklaşınca dehşet içinde gözlerini açarak çırpınmaya ve yorgan altına saklanmaya çalıştı. Bu olaylara alışık Salim Bey hemen dışarı çıktı, karısının sakinleşmesini bekledi. Beş yüz saniye saydı. Geri geldiğinde biraz evvelki halinden eser yoktu Behiye Hanım’ın. Bu arada çayı büyükçe bir bardağa koymuş bir de pipet atmıştı içine. Behiye Hanım’a yavaş yavaş içirdi çayı.


“Kahvaltı?”


“…”


Kahvaltı dediği çorbadan ibaretti. Katı şeyler yiyemiyordu Behiye Hanım. Mutfakta, dolaptaki çorbayı ısıtırken, gözü sabah kestiği ekmek ucuna takıldı. Nasıl düşünememişti sabah onun bu ekmeği yiyemeyeceğini. Kendine kızdı. Isınan çorbanın ılınmasını bekledi. Bir tepsiye koyup götürdü. Behiye Hanım başını sağa sola sallamaya başladı hızlıca, eliyle de boğazını tutuyor, boğulur gibi garip sesler çıkarıyordu


“Behiyem yemen lazım ama, iki kaşık ye lütfen.”


“...”


“Hadi Behiyem bir kaşık, bak geliyor.”


Kaşığı tam ağzına sokacakken yatağın üstüne koyduğu tepsiyi dizleriyle devirdi karısı. Yatak, yorgan, Behiye Hanım’ın üstü başı; her yer yeşil mercimek çorbası oldu. Behiye Hanım’ın gözlerinde yaramaz küçük bir çocuğun hınzır bakışı vardı. Salim Bey sinirine yenilmek üzereyken kendini tuttu. Ne de olsa kendi kabahatiydi. Tepsiyi yatağın üstüne koymaması gerektiğini bilmeliydi. Derin bir iç çekti. Yatağı nasıl değiştirecekti? Gücü yetmezdi Behiye Hanım’ı yatağından kaldırıp tekerlekli sandalyeye oturtmaya. Yapabilir miydi? Denedi. Yataktan bile indiremedi. Onu olduğu gibi bırakıp nefes nefese salona gitti. Koltuğuna attı kendini, kalbinin yavaşlamasını bekledi önce. Sonra kızını aradı.


“Emel gelebilir misin? Annen çorbayı yatağına döktü. Değişmesi lazım.”


“Babacığım, işte bak bu nedenlerle bakıcı tutalım diyorduk. Görüyorsun her gün daha kötüye gidiyor.”


“Sırası değil şimdi bunun. Gel sen, konuşuruz.”


“Tamam geliyorum, en geç bir saate orada olurum.”


Odaya dönmek, çorbaya bulanmış Behiye’yi görmek istemiyordu. Onu eski, güzel, neşeli halinde hatırlamak için çok çaba sarf ediyordu ama gün geçtikçe zorlaşıyordu bu. Yorulmuştu artık Salim Bey. Karısı konuşamamaya başladığından beri evi sarmış sessizlik, yalnızlık bunaltıyordu onu. Bir tek karısına bakarken canlı hissediyordu kendini; bir işe yarar, hâlâ nefes almaya değer… Arada bir zarla zorla parka çıkıp aynı ağacı seyrederek, anlamadığı gazeteleri okumaya çalışarak, karşısında uyuyup kaldığı televizyona bakar gibi yaparak geçen hayatından çok sıkılmıştı artık. Arkadaş desen çoğu çoktan ölmüş, kalanı da evinde hasta yatıyordu. Kızı, ailesi ile uğruyordu arada bir ama en fazla bir saat. Zaten onlar geldiğinde de sıkılıyordu. Konuşamıyorlardı. Havadan sudan, illa bir bakıcı tutmaktan falan. Anlamıyorlardı, bakıcı gelse kendisi ne yapacaktı bütün gün! Neden ve nasıl yaşayacaktı! Sıkıntı, sıkıntı, sıkıntı… Çok sevdiği karısı ölse diye gün sayıyordu. Hep sayıyordu; günleri, saatleri, dakikaları, saniyeleri…


Behiye Hanım’a baktı kapıdan. O pisliğin içinde uyuyakalmıştı. Bir bardak su koydu komodinin üstüne, içine pipet. Sıkı sıkı giyindi, atkısını sardı boynuna. Duvardaki saate baktı. Kızının gelmesine daha kırk dakika vardı. Saatin yelkovanına eşlik ederek on dakika elinde bastonu, giyinik bekledi. Kızının gelmesine yarım saat kala çıktı evden. Yüzüne çarpan hafif serin rüzgâr iyi gelmişti Salim Bey’e. Temiz havayı içine çekti. Yavaş yavaş yürüdü adımlarını sayarak. Bin iki yüz elli adım. Kısalmış adımları. Birkaç ay evvel bin adımda yürüyordu bu mesafeyi. Çınarın altındaki banka oturdu. Uzun zamandır gelmemişti. Dökmüş yapraklarını. Bankın önü sarı yapraklarla kaplıydı. Güneş ağaçta kalmış tek tük yaprağa yansıyınca altın sarısı bir renge bürünüyordu o yapraklar. Varsa yoksa elli yaprak anca vardı ağacın üzerinde. Kendine benzetti ağaçta asılı kalan yaprakları. Her türlü rüzgâra direnmiş, kopmamışlardı dallarından ama şiddetli bir fırtına kopsa düşeceklerdi belli ki onlar da diğerleri gibi. Ona kalsa çoktan atardı kendini daldan ama Behiyesini bırakamazdı arkada. O da büyük bir fırtına kopup ikisini birden alıncaya kadar hayattan, direnecekti her türlü rüzgâra, soğuğa. Kim bilir ne zaman kopacaktı o fırtına? Kendi nefesinin azaldığını hissediyordu. Behiye’yi toprağa teslim eder etmez kendi de gidecekti yanına. İlaçlarını almayacak ve bir an evvel ona kavuşmayı bekleyecekti. Ama önce o. Leydis först gibi bir şey demiyorlar mı yabancılar? Aynen öyle. Üşüdü. Gitmeli. Ayağa kalkmaya çalıştı. Kalkamadı. Bastonuna abandı iyice. Sendeledi. Korktu. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Tekrar banka oturdu. Sakinlemeyi beklerken altın sarısı yapraklara dikti gözünü. Bir daha saymaya çalıştı. Rakamlar karıştı, bakışı bulandı. Elliye gelmeden yana kaydı başı. Rüzgâr kısacık bir kuvvetli esti. Yapraklardan biri dalından kopup Salim Bey’in üstüne kondu.



Yasemin Pforr

Comments


Schoolgirl with Books
bottom of page