“İyi oldu ayırdılar sonunda, aynı şey değil ki. Biri saç, baş diğeri temizlik falan. Hem zaten saç boyattığım yerde, odalara girip de bilmediğim yerlerde kendimi yoldurmayı da sevmiyordum. ‘Senin kadar sık gidenini de görmedik,’ demişlerdi bizim kızlar. Yahu ceplerine üç kuruş fazla para girse, soluğu masaj salonlarında alanlar tayfası bunu söyleyenler. Neymiş efendim; masaj sağlık içinmiş, bu zamanda ağda yaptıran mı kalmışmış? Ya mazoşistmişim ya da bilemiyorlarmış artık. Terbiyesizlik böyle bir şey işte. İmalı sorulara, şuursuz bakışlara, küçümseyen kahkahalara… bir şekilde katlanıyorum. Bana kalsa evden işe yaşayıp giderdim, doktorum en iyi ilacımın sosyalleşmek olduğunu söyledi. Yoksa katlanılmaz bu mimiklere, bilmişliklerine.” diye anlatıyor perdelerin kat yerlerini düzeltirken.
“Tedavim devam ediyor, gidip geliyorum doktoruma. İçimdeki karmaşayı yalnız o çözümlüyor sakince. Tane tane cümleleriyle, saate değil bana bakan gözleriyle, beni anladığını gösteren sessizliklerle dinliyor, en değerlisi de bu. Kimsenin kimseyi duymadığı bu zamanda, sabırla dinliyor, yargılamadan… ‘Bırak kızım o deli doktorunu, seni Şişli’de yeni açılan iç çamaşırı dükkânına götürelim de akşamı bile göremeden bak nasıl atlıyorsunuz birbirinizin üzerine,’ dediler. Onlar daha bilmiyorlar evdeki durumu. Senin haricinde kimseye söylemek istemedim. İki dantel don, bir jartiyerle çözülecek onlara kalsa bütün mesele? Nasıl da kolay geliyor böylelerine, yoğunluğu seyreltilmiş kolay içimlik çorba sanki. Halkla ilişkiler departmanı müdürü kız biraz daha anlayışlıydı. ‘Sizin sanırım bu evlilikte tek geceniz olmuş, o esnada da çocuğunuz olmuş.’ dedi. Gülümsedik karşılıklı. Anlamı yakalamış bir sessizlik yerleşti dudağının kenarına. O sessiz gülümsemeleri bilirim…” diye devam ediyor yüzümde tanıdık bir iz ararken.
“İşe dönmeye karar verince halime bir çeki düzen vermem gerekti. Evin altındaki kuaföre gittim. Saç, baş derken ‘Tırnaklarını da yapalım, bak bu kız yeni başladı, pek yetenekli. Memnun kalırsan eve de geliyor, hani yoğunsun ya, bir alo dersen malzemelerini de alıp çıkar yukarı hani...’ dedi dip boyamı aksatmayıp, hep beni düşünürmüş havalarında gezinip, gözleri cüzdanımın içinden çıkmayan kuaförüm. Savaştan çıkmış Tarzan gibiydim; elinde malzemeler yukarı çıkıp, kapıyı çaldığı o ilk gün. Ağzında sakız, dipleri siyah, uçları sarı yeşil özensizce toplanmış saçlar, ellerini sallayıp, gözlerini devirerek, her cümlenin sonuna kız ablayı ekleyerek konuşan feleğin çemberini ezbere çizecek birini beklerken, ince uzun elleri, tertemiz elbisesi, omuz hizasında kesilmiş simsiyah saçları ve dudağının kenarında sana da anlatmaya çalıştığım o sessiz gülümsemesiyle çaldı kapımı. Eli öyle hafif ve çabuktu ki, hiç konuşmadan işini yaptı gitti. Başlarda rahatsız oluyordu benden, hiç konuşmadan, işini yapıyor, gülümsemesini alıp gidiyordu. O tedirginlik başlarda hep olur ama öyle değil mi?” diye soruyor. Onayımı beklemeden devam ediyor.
“Bendeki değişikliği ilk olarak satış ve pazarlama departmanındaki kız fark etti. Her zamanki kahve molalarında değil, bu kez dert masasındaydık. ‘Işıldıyorsun. Ne o, doğum sonrası yaşanan o bunalımlar falan kısmını geçtin mi? Alev atıyorsun ortamlara, ne iş kızım?’ diye ağız yoklaması yaptı bana. Yine sustum. Bırakın alevi de topuda ne yiyoruz, kurt gibi açım diye dikkatlerini dağıttım. Zaten bu modeller hiç toparlayamazlar ya, neyse. Dedikleri kadardım. Ağdacı kız haftada bir, bazen iki uğruyordu. Her haftaya bir bahane bulmak zor oluyordu ama hiçbir şey bulamazsam oje sil sür yaptırıyordum. İncecik parmaklarıyla masaj da yapıyordu. Bana özel bir hizmetmiş olduğunu düşünmek istiyordum. O ise çantasını hep kapının tam önüne bırakıyordu. Her dokunuşunda içimde mor menekşeler açıyor, kasıklarımdaki gıdıklanmalar bacaklarımın arasına yürüyor, etrafımdaki tüm sesler susuyor, dünyamdaki her şeyin sesi muazzam bir ritme kavuşuyordu.” diye devam ediyor, gözlerini arkamdaki duvara dikerek.
“İçimde bir tadilat yapılıyordu yapılmasına ama ben ne olduğunu, içimde yer değiştirenlerin nasıl olur da bunca zamandır orada durduğunu ve kendimden nasıl bu kadar haberim olmadığını anlayamıyordum ki kızlara anlatayım. Hem anlatsam da ne tepkiler alacağımı ikimiz de tahmin ederiz. Evli, mutlu ya da mutsuz ne önemi var, çocuklu bir kadın… Çocuk da büyüyordu. Eşim dediğim daha çok ev arkadaşına dönüşen adam işine gidip geliyor, bol bol zap yapıyor, arada telefonun ekranını aşağı yukarı kaydırıp salondaki koltuğunda tek hücreli bir canlıdan farksız yaşamaya devam ediyordu. Ben mi? Ben her geçen gün kendi arzu kuyumun içine çekiliyordum. Hayır yani olacak iş değildi de. Git ofisteki bekar adamlarla falan takıl. Kabul görür, şanın yürür. Bir gün artık dayanamadım, içimdeki cesarete güvendim ve dedim ki; ‘Bilerek mi yapıyorsun?’ Kısacık bir sessizliğin ardından, portakal çiçeği kokan nefesini duyurarak, ‘Bacaklarınızı aralarsanız o bölgede kalanları da temizleyeyim.’ diyerek sorumu havada bıraktı. Hiç acıtmamayı nasıl da başarıyordu? Yüzündeki şeftali tüyleri parlıyor, kollarının pürüzsüzlüğü, saçlarının kadife siyahı içimi yırtıyordu. Saçlarına dokundum. Ellerini yaptığı işten ayırıp dudaklarıma getirdim. İçimdekiyle ilk kez karşılaştım. ‘Bilge Hanım,’ dedi o rüya gibi sesiyle. ‘Ben artık gideyim.’ Ellerini, bütün gençliğini olduğu gibi ortaya çıkaran bedenini saran buz mavisi kot pantolonunun arka ceplerine silerek. ‘Geç oluyor, hem işim de bitti.’ Ben yarı çıplak, her yeri yolunmuş gibi öylece kaldım odada. İlk kez canımı yakarak, bundan hiç rahatsız olmayarak kapının önüne koyduğu çantasını alıp, tereddüt bile etmeden çıktı, kapıyı sessizce kapadı. Perdenin arkasından kararan sokağı izledim bir süre.
Şirkette mesaiye kaldığım bir akşam çıkmadan önce mesaj attım kuaföre, ağdacının müsait olup olmadığını sordum. ‘Ayrıldı.’ yazdı. Nereye gider ne yapar, ne yer ne içer sormamış bile, yeni bir kız başlayacak diye de eklemiş mesajın sonuna, gülücükle. Hadsiz. Sildim bütün yazışmayı. Mesajları kolay sildim ama ağdacı kızın dudağının kenarına iliştirdiği o sessiz gülümsemesi silinmedi. ‘Sana gelmişler yine, bir kafa tatili alsana.’ diye söylendiler. O zaman başladım işte doktora. Atipik depresyon yazıyordu reçetede. Verdiği ilaçlar her akşam gülümseyerek oturduğum koltukta daha az kaybolmamı sağlamadı. Cümle bile kurmadığımız günler bizi hiç rahatsız etmez oldu. Tek celsede boşadı hâkim. ‘Çocuk var, uzar şimdi sizin iş.’ demişti kızlar. Ben de şaşırdım. Beklemiyordum. Bir gecede eşyalarını bavula sığdırdı, çocuğunu kapının önünde öptü ve gitti. Oğlanla mutfak masasında birbirimizin ellerine sarılmış bir vaziyette kaldık öylece. ‘Anne!’ dedi. ‘Senin eskiden ellerin rengarenk olurdu, yine öyle yapsana, mutlu olursun belki.’ Gülümsedim. Kuaförü aradım. Kapatmış. Bir gecede boşaltmışlar dükkânı. Borcu mu çokmuş, müşterisi mi azalmış, işte bir şeyler…’’ diye devam ediyor.
“Kendimi iyice saldım sonra. Küstah ve simsiyah günlerden geçiyordum. Gün içinde aklıma geliyordu sessiz gülümsemesi. Ne kahveye iniyor ne rakıya ne masaya ne de yapış yapış bakışlarına aldırıyordum milletin. Bir gün servisten indiğim köşenin başına yeni açılmış bembeyaz bir dükkân dikkatimi çekti, havalı bir tabela: Rüya Güzellik Merkezi. Mahalleye bu açılan kaçıncı dükkândı kim bilir. Kapı açılınca kasada müşterilerine gülümserken gördüm. Dudağının kenarına iliştirdiği o sessiz, tanıdık gülümseme. Beni görmedi ya da gördü. Kapısına doğru ilerledim, içeriye girerken çalışanlardan birine bir şeyler söyledi, arkalara kayboldu. Tam kapıya elimi atıp içeriye girerken, yardımcısı ‘Yalnız kapatıyoruz, randevuyla çalışıyoruz, kusura bakmayın.’ dedi. Gözlerinde küçümseyen bir gölge dolandı ya da bana öyle geldi. Bir daha servisten orada inmedim. En çok birilerinin beni dinlemesi iyi geliyor biliyor musun, İyi ki uğradın.” diye anlatıyor.
“Geçecek,” diyorum hiç geçmeyeceğini bildiğim halde.
Zil sesi hiç değişmemiş. “Oğlandır bu gelen,” diyor ve kapıya doğru yürüyor tüm yorgunluğuyla.
Aysim Demiröz Göral
Comments