Z Kuşağı’nın gümbür gümbür geldiği bir dönemde de olsak, ne yazık ki kadına şiddet hâlâ giderek artan bir hızla büyük sancımız olmaya devam etmekte.
Kum Gibi, Kemik Çayı, Salı Ertesi, Gri Çığlık ve Sağır Kurbağanın İzinde kitaplarıyla tanıdığımız, kadını en iyi anlatan yazarlardan biri olan Hatice Dökmen’le yaptığımız söyleşinin ilk bölümünü “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”nde Pandabiyat okuyucularıyla paylaşmak istedik.
Yazarımız Betül Usta’nın söyleşisinde, Hatice Dökmen’in yazarlık serüveninden edebiyatla ilgili düşüncelerine, kitaplarından çoğunluğu kadın olan karakterlerine, kanayan yaramız kadına şiddetten çözüm yollarına kadar birçok konuda samimi cevaplar aldık.
Tüm kadınlarımızın “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü”nü kutluyoruz ve 365 günün her ânında kadınlarımızın varlığının bir armağan, bir kutlama olmasını diliyoruz.
Betül Usta: Merhaba Hatice Hanım, Pandabiyat’a hoş geldiniz. Sizi biraz tanıyabilir miyiz?
Hatice Dökmen: Merhaba. Hoş buldum. Her zaman dediğim gibi, Hatice Dökmen iki kız çocuğu, dört torunu olan sade bir insan. Bunun yanı sıra edebiyata gönül vermiş biri. Önceleri yazmak benim için bir hayaldi ama şimdilerde yazmak benim yaşam sebebim haline geldi ve böyle de gidecek diye düşünüyorum.
B.U: Öykü, roman ve şiir olmak üzere üç türde de eserleriniz var. Çok kısa aralıklarla Destek Yayınları’ndan çıkardığınız “Kum Gibi” roman, “Kemik Çayı” bir öykü kitabı. Kendinizi hangi türe daha yakın görüyorsunuz?
H.D: Yazmaya şiirle başladım. “Güneşe Saklanmak” ve “Sığ Sulardan Okyanusa” adlı iki şiir kitabım yayımlandı ama kendime asla şair demem. Çünkü şiir, benim kendimi sağalttığım, kıyısında huzur bulduğum sakin sessiz bir limandı. Orada isyanlarımı, sitemlerimi, özlemlerimi kâğıda dökmek bana iyi geldi.
Zaman içinde bu bana yetmemeye başladı ve çocukluğumdan beri hayalim olan öyküye başlama zamanının geldiğini düşündüm. Gerçi genç yazarlara göre bir hayli geç bir başlangıçtı bu ama hani derler ya; ne zaman başladınız o zaman işte tam sırası, diye. Benim için de başladığım yer tam sırasıydı. O süreçte “Sağır Kurbağanın İzinde” ve “Gri Çığlık” isimli iki öykü kitabım yayımlandı. Bunu novella sayılabilecek “Salı Ertesi” adlı ilk romanım izledi. Ve son olarak da bildiğiniz gibi “Kum Gibi” adlı romanım ve “Kemik Çayı” adlı öykü kitabım yayımlandı.
Bütün bunların ışığında kendimi hangi yazım türüne yakın bulduğum sorusuna dönmek istiyorum. Her ne kadar yazmaya şiirle başlasam da şiir benim için orada bitti. Ama öykü ile roman türü arasında bir ayrım yapmak istesem sanırım yapamam. Çünkü ikisi de kurgu edebiyat. Ve ikisi de yazmaktan müthiş haz aldığım edebiyat dalları. İlle ki birini tercih etmem gerekirse, o zaman bir tık öykü benim için daha özeldir diyebilirim. Öykünün matematiği, birkaç sayfaya sıkıştırılan kocaman bir dünya yaratma tekniği bana bulmaca çözmek gibi keyif veriyor. Tabii ki romanın da ayrı bir keyfi var. Sayfalara sere serpe yayılmak, uzun soluklu bir hikâyenin özünü kaçırmadan metni ellerinizde tutabilmek oldukça zor bir çalışma ve bu çalışmanın içinde kaybolmamak için verilen uğraşı bana oldukça sihirli geliyor.
B.U: Son kitabınız "Kemik Çayı"nda bulunan öykülerinizden söz edebilir misiniz? Yazım süreci ve öykülerin bir araya gelmesi nasıl oldu?
H.D: “Kemik Çayı” öyküleri bildiğiniz gibi, kahramanı bir erkek dahi olsa satır aralarında ve arkada kadına dair sancıların yer aldığı bir kitap. Adı Elif olmuş, Fatma olmuş ya da kırsaldan bir kadın, kentli bir kadın olmuş fark etmez. Sonuçta sorunlar üç aşağı beş yukarı aynı sorunlar. Örneğin engelli bir çocuğun yükünü sırtlamış bir annenin sancıları sanırım tüm evrende aynı sancılardır. Bir de özellikle bizim ülkemizde hiçbir zaman kapanmayan bir yaramız var ki, o da bekâret gerçeği. Genele gidecek olursak; başka kadın, tecavüz, maddi sorunların açtığı yozlaşma ve daha pek çok sorunun kadına yansımasını görmezden gelemeyiz.
Yazım süreci uzun bir zamana yayıldığı için özel bir süreci olmadı. Kitaptaki bütün öykülerdeki kahramanlar ne zaman kafamda olgunlaştılar o zaman kendilerini yazdırdılar. Ancak Tekirdağ Büyükşehir Belediye’sinin “Kadın Öyküleri” adlı öykü yarışmasında birincilik ödülü alan “R’leri Söyleyemeyen Çocuk” adlı öykünün bende özel bir yeri var.
Yürümeyi seven bir insanım. Hatta yürüyüş benim edebiyat adına düşünme alanım diyebilirim. Hani şu çok iyi tanıdığımız ‘ilham perisi’ en çok o saatlerde beni ziyaret eder. Bazen dışarı çıkmak hava şartları nedeniyle uygun olmaz, o zaman da ben evimin koridorunda yürürüm. (Yürürdüm demem lazım aslında çünkü yeni evimde öyle uzun koridorum yok.) İşte yine böyle koridorda gel-git yaptığım bir gün ansızın aklıma bir öykü düştü. Kahramanlar ve olay kurgusu öyle hızlı belirginleşti ki neredeyse kafamda yazılmıştı o an. Yürüme sırasında salondaki masanın başına geldikçe notlar aldım. Yürüyüş sonrası masama geçip yazmaya başladım. Kendime geldiğimde öykü bitmişti. Bu bende çok olmaz. Bir öykü bazen günlerimi bazen aylarımı alabilir. Onun için “R’leri Söyleyemeyen Çocuk” adlı öykünün bu anlamda bende özel bir yeri vardır.
B.U: Öykülerinizde bulunan karakterler gerçek karakter mi yoksa tamamıyla kurgu mu?
H.D: “Kurgu yazmak bir dizi yalanı daha büyük bir gerçeğe varmak için birbirine örmektir.” der, Khaled Hosseini.
Buradan yola çıkacak olursak benim bütün kurgularım da yalandan gerçeğe varır, diyebilirim. Çünkü her kurgum yaşamın tam içinden hikâyelerdir. Buna şöyle bir yanıt verebilirim ancak; gerçek desem okuyucuyu kandırırım ama kurgu desem de kendimi kandırmış olurum.
B.U: Öykülerinizin ana karakterleri sadece kadınlardan değil; erkek, çocuk hatta engelli karakterlerden de oluşuyor. Tüm bu karakterlerin iç dünyalarına ve zihinlerine girip yazıya dökebilmek için nasıl bir hazırlık yapıyorsunuz?
H.D: Yazan insanlar iyi bilirler. Bir kurguyu metin olarak ortaya çıkarabilmek için öncelikle kafanızda bir hikâye oluşması lazım. Bana göre bu hikâye zorlama veya özel bir çalışma ile gelmez. Bir gün, bir yerde, bir anda, biriyle konuşurken, kitap okurken, film seyrederken, otobüste, minibüste, yarı uykuda, alış-verişte hatta maliyede vergi borcu öderken dahi aklınıza bir hikâye takılabilir. İşte o andan sonra başlar her şey. Bazen yazma fırsatı bulduğunuz ilk anda alırsınız kaleme ama bazen aylar sonra. Ama o hikâye sizi asla bırakmaz. Unuttuğunuzu sanırsınız oysa unutmazsınız. Ertelemedeki tek sebep hikâyenin kafanızda henüz olgunlaşmamış olmasıdır. Ne zaman ki hikâye kafanızda gerçeğe döndü, karakterler ete kemiğe büründü işte o zaman zaten yazmaya başlarsınız. Sonuç olarak kahramanlarım için özel bir çalışma yapmıyorum. Onlar zaman içinde bana kendilerini bütün çıplaklığıyla anlatıp kendilerini yazdırıyorlar. Şöyle düşünelim. Hani bir çocuğunuz var. Ve siz onu artık o kadar iyi tanıyorsunuz ki, kaşının bir hareketinden dahi ne söylemek istediğini, neler hissettiğini anlayabiliyorsunuz. İşte kahramanlarım bana bu kadar yakın hale geldiklerinde benim yapmam gereken tek şey yazmak oluyor.
B.U: Kemik Çayı kitabınızda sizin de bahsettiğiniz gibi ödüllü öykünüz de yer alıyor. Yazma kariyerinizde bu ödüllerin ve katıldığınız atölyelerin etkisinden bahseder misiniz?
H.D: Ödüller tabii ki insanı motive eden, tetikleyen sonuçlar. Özellikle bilinirlik sağlaması açısından yazma yolculuğunda iyi duraklar. Bunun yanı sıra yazdığınız metnin başkaları tarafından övgüye layık görülmesi kaleminizi ister istemez besliyor ama bazen ‘oldum’ psikolojisiyle yazar tıkanıklığına da neden olabiliyor.
Atölyelere gelince aslında bu konu uzun bir konu. Birçok söyleşilerde anlattığım gibi atölyeler yoktan var etmezler ama var olan bir yetiyi daha iyiye taşımak için oldukça verimli basamaklardır. Çünkü yazmanın bir tekniği, bir matematiği var. Bu bilgileri çok iyi ve çok derin kitap okumalarıyla da yapabiliriz tabii ki ama atölyelerde bunu bir eğitmenin eşliğinde öğrenmek de yabana atılamaz. Açık konuşmam gerekirse ben atölyelerde kendimi geliştirmiş bir yazarım. İlk kurgu metin yazmaya başladığımda yazdıklarım çok berbattı, bu benim hevesimi kırıyordu. Ne zaman ki atölyelere gidip kendimi yazma tekniği konusunda donatmaya başladım o zaman metinlerimi beğenmeye başladım. Bunun dışında sanırım yazma aşkımdan olsa gerek atölyelerin ambiyansını çok seviyorum. Saatlerce bir yazma atölyesinde kalmak zorunda olsam bile asla sıkılmam. O saatlerin ve o mekânın içinde büyük bir sarhoşlukla kaybolurum. Zaten son yıllarda atölye eğitmenliği yapmamın altında da bu yatıyor sanırım.
B.U: Kemik Çayı’nı kimler mutlaka okumalı?
H.D: Kemik Çayı’nı herkes okumalı. Kadınlar okumalı, çünkü orada kendilerini buldukları hikâyelerin aracılığıyla oturup bir kez daha kendilerini irdeleyecekler. Erkekler okumalı, çünkü okuyup kitabı kapattıklarında şapkalarını önlerine koyup bir kez daha düşünecekler. Ebeveynler okumalı, çünkü özellikle kız evlatlarını korumak konusunda nerede durmalılar bunu daha iyi görebilecekler. Bütün gençler okumalı, çünkü yarının kadınlarını ve erkeklerini onlar yetiştirecekler.
B.U: Kadın dediğinizde zihninizde neler oluşuyor, bu coğrafyada ve dünyada kadın olmak demek, ne demek sizce?
H.D: Kadın deyince aklıma gelen tek şey suç-ayıp-günah sarmalında kendileri olmayı bir türlü yaşayamayan ve hep gardında olmak zorunda kalan hemcinslerim tabii ki. Her ne kadar Z Kuşağı’nın gümbür gümbür geldiği bir dönemde de olsak ne yazık ki kadına şiddet hâlâ giderek artan bir hızla büyük sancımız olmaya devam etmekte. Evet Dünya’da kadın olmak zaten zor. Ama Türkiye’de kadın olmak daha bir zor.
B.U: Şiddetin her türlüsüne karşıyız elbette ama kadına şiddetin sonuçları nelerdir ve bu durumdan nasıl sıyrılabilir toplum?
H.D: Bu soruda eğri oturup doğru konuşmamız gerekirse, kadına şiddeti azaltmanın hatta ortadan kaldırmanın yolu yine biz kadınlardan geçiyor. Çünkü kadına şiddet gösteren o insanları biz kadınlar yetiştiriyoruz. İşte bu yüzden biz kadınlar kendimizi eğitmeli ve donatmalıyız. Birilerinin kızı, birilerinin karısı olmaktan ziyade ben olmayı becerebildiğimiz ve o benliğin ışığında şiddete karşı bir nesil yetiştirmeye başladığımız zaman sanırım bu bitmek bilmeyen sancımız da son bulacaktır. Erkek çocuklarımızı pohpohlayıp, kız çocuklarımızı annelerimizden gördüğümüz kodlamaların içinde büyüttüğümüz sürece bu sancı kısır bir döngü şeklinde devam edecektir. Kemik Çayı’nın alt başlığında da dendiği gibi; gökyüzünün yarısını kadınlar taşır. Tüm canlılar iki cinsten oluşmaktadır. Dişiler ve erkeler. İnsanlarda buna kadın ve erkek diyoruz. Bu iki cins aynı hak ve sorumluluklara sahiptirler. Bunu insanlığın beynine kazıdığımız zaman gökyüzünün diğer yarısını taşıyan erkekler de kadınlardan üstün olmadıklarını kavrayacaklardır.
B.U: Kitaplar sizin için nasıl bir yol gösterici?
H.D: “Kitabın yaprakları, bizi aydınlığa götüren kanatlar gibidir.” demiş, Voltaire.
Emily Dickinson ise; “Hiçbir gemi bizi bir kitap kadar uzaklara götüremez.” der.
Maksim Gorki de şöyle söylüyor “Kitaplar kendinize ve başkalarına saygı duymayı öğretecek, yüreği ve aklı, dünya ve insanlık sevgisiyle dolduracaktır.”
Kitap, bir birey olarak zaten olmazsa olmazımız olmalı. Bir de üstüne üstlük yazan biriysek eğer okumadan yazamayacağımızı aklımızdan çıkarmamalıyız. Elbette ki her şeyi bilmemiz mümkün değil ama bilmediğimiz birçok şey için kitaplar bize en iyi yol göstericidir. Üstelik biz yazanlar olarak bir kitabı okurken normal bir okura göre çok daha derin, alt metinleri, satır aralarını irdeleye irdeleye okumak zorundayız. Okuduğumuz kitapta; zaman, mekân, atmosfer, karakterler, diyaloglar nasıl bir yöntemle okura sunulmuş, olaya nereden bakılmış gibi birçok detayı gözlemleyerek yaptığımız okumalar bizim aynı zamanda yazma yolculuğumuza da ışık tutacaktır. Dolayısıyla geçmiş kalem ustalarımız benim için en iyi yol göstericilerdir.
B.U: Bugüne kadar sizi derinden etkileyen, okuyucularımıza önerebileceğiniz yazarlar ve kitaplar hangileridir?
H.D: Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Bekir Yıldız gibi Türk yazarlardan beslenen biriyim. Bunların yanı sıra Sait Faik, Oğuz Atay, Hakan Günday, Latife Tekin, Ayfer Tunç, Mine Söğüt ve adı şu an aklıma gelmeyen Türk edebiyatına adını yazdırmış pek çok yazardan etkilendiğimi söyleyebilirim. Dünya edebiyatına gelince başta Jack London olmak üzere Jose Saramago, Virginia Woolf, George Orwell, Sadık Hidayet, Harper Lee, Trevanian, Stefan Zweig, Franz Kafka gibi sevdiğim, beni etkileyen pek çok yazar ve onların kitaplarını sayabilirim.
B.U: Yazı kariyerinizde dönüm noktası oldu dediğiniz bir an var mı?
H.D: Tabii ki oldu. Hatta birkaç dönüm noktası oldu ama bu dönüm noktalarının benim için en önemlisini “Kum Gibi” ve “Kemik Çayı” yayımlandıktan sonrasıdır. 2020’nin malum pandemi sürecinde kitaplarımın arka arkaya yayımlanmış olması beni ürkütüyordu. Bir fuar, bir imza günü bile yapılamayan yasaklı bir süreçte ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. İşte böyle bir durumdayken elimden tutan şey internet dünyası oldu. Paylaşım sitelerinin aracılığıyla okurlara ulaşmaya çalıştım ve başardım. Onlara buradan binlerce sevgilerimi göndermek istediğim gençler kitaplarıma sahip çıktılar, okudular, sayfa arkadaşlarıyla yorumlarını paylaştılar ve iki kitabımı da çok sevdiler. Tabii bunun sonucunda “Kum Gibi” dokuz ayda 3. baskı ve “Kemik Çayı” da 3 ayda 2. baskı yaptı. Bu zannederim hayatımın en önemli dönüm noktası oldu.
B.U: İlk defa ne zaman yazmak istediğinizi fark ettiniz ve yazmaya nasıl karar verdiniz?
H.D: Daha önce de dediğim gibi, yazmak, çocukluğumdan beri hayalimdi. Yaşam şartlarım gereği olamadı. Dönem dönem kendi kendime yazar sonra yazdıklarımı yırtardım. Geç de olsa bir gün internet sayfalarında yazdıklarımı paylaşarak yazarlık yoluna yavaş yavaş yelken açmaya başladım. Sonrası işte sizin de gördüğünüz gibi bir hayli yol almışım.
B.U: Yazma konusunda nelerden besleniyorsunuz?
H.D: Benim en çok beslendiğim yerler varoşlar. Kent yaşamı konusuna da değinirim tabii ki ama varoşlarda ve arka sokaklardaki sancılar beni oldukça etkiler. Belki bir Sabahattin Ali, bir Yaşar Kemal, bir Bekir Yıldız hayranı olmam dolayısıyla da kalemim oralara kayıyor olabilir.
B.U: Son olarak, Pandabiyat okurlarına ne söylemek istersiniz?
H.D: Ben klasik olarak Pandabiyat okurlarına ‘bol bol okusunlar’ demek yerine, ‘bol bol yazsınlar’ demek istiyorum. Çünkü biraz önce değindiğimiz gibi yazan insan okumak zorunda. Böyle olunca her yazan insan artı bir okuyan insan anlamına gelecektir. Üstelik unutmayalım ki yazmak en güzel terapilerden biridir.
Bana Pandabiyat’ta yer verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Sevgiyle ve edebiyatla kalın.
Biyografi: Hatice Dökmen
Comments