top of page
Schoolgirl with Books
Yazarın fotoğrafıPandabiyat Ekibi

Hayalet Kitaplarım - Emre Albayrak

"Aslında hem hayalet kitaplar hem de şu an kitaplığımızda duran kitaplar, yanan zamanın içinde durağan cisimler olarak görülmemeli. Onlar hareket hâlinde olan ve bizimle birlikte yaşamaya devam eden canlı ruhlar!"




“Bir odaya ruh katmak istiyorsanız içine kitaplar koymalıydınız.”

Cicero



Herkesin çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinde hayatına girmiş, hayallerini şekillendirmiş, kendisine yârenlik etmiş, anılarında yer etmiş kitaplar vardır. Bu kitaplar daha sonra bir şekilde hayatımızdan çıkar ve belleklerimizde, anılarımızda yaşamaya devam ederler. Yetişkinliğimizde zihnimizle, duygularımızla oyunlar oynayan bu oyunbaz kitaplara “hayalet kitaplar” diyorum.


Okuduğumuz ilk kitabı hatırlamıyor olabiliriz, ama herkesin okuduğunu hatırladığı bir ilk kitabı vardır. En eski anılarımda, bitişik iki apartmandan oluşan Fındıkzade’deki 50. Yıl Apartmanı’nın ilkinin, ikinci katındaki iki odalı dairemizde, okumaya ansiklopedilerle başladığımı hatırlıyorum. Bayılırdım ansiklopedi okumaya ve bugün bile bu alışkanlığım devam eder. Okula giden ablam ve annem sayesinde okula başlamadan önce okumayı öğrenmiştim. Lacivert Büyük Larousse’lar ve kırmızı Britannica’lar favorilerimdi. Sadece fotoğraflara bakmaz, fotoğrafların altındaki incecik yazıları da titizlikle okurdum. Çoğunlukla resim, heykel ve mimari fotoğraflarından etkilenirdim. Sanat tarihine giden yoldaki temelleri o dönemden atmaya başlamışım. Romantik resimler ve Gotik mimari, bir çocuğun hayal dünyasını şekillendirmek için yaratılmışlardı!


Sanat tarihi demişken; epilepsi tedavisi için birkaç ayda bir düzenli olarak gittiğimiz doktorun Nişantaşı’ndaki özel muayenehanesindeki bekleme salonunun duvarlarını süsleyen tabloları da unutamam. Yaklaşık on bir yıl boyunca devam eden tedavi sürecimde, o tabloları kaç kez gördüm bilmiyorum, ama öyle net hatırlıyorum ki! Zihnimin duvarlarında asılı duruyorlar. Fındıkzade’deki Nilgün Sineması’nın -ilk sinema heyecanımı da orada yaşayacaktım- önünden damalı dolmuşlar kalkardı. Eski Türk filmlerinde gördüğüm arabaların aynısıydı. Damalı eski dolmuşla yaptığımız bu yolculuk, Nişantaşı’ndaki apartmanın merdivenlerinden siyah ferforje korkuluklara tutunarak çıkışım ve muayenehanede geçirdiğim zaman benim için özel hazırlanmış ritüellerdi sanki. Bekleme salonunda hipnotize olmuş gibi baktığım o tablolar, şiddetli fırtınanın içinde yolunu kaybetmiş, dalgalarla boğuşan devinimli gemiler ile doğa karşısındaki insanın acizliğini anlatan tablolardı. Bugün bunların Turnervari tablolar olduklarını, Turner’a olan gizli hayranlığımın -gizli diyorum, çünkü Van Gogh’a ihanet etmek istemiyorum- sebebinin o salondaki bekleyişler olduğunu biliyorum.


Nöroloji uzmanı bir profesör olan doktorum Ayhan Arguner, çocukluğuma damga vuran bir adamdı. Tedaviye gittiğimizde onu sadece beş dakika kadar görürdüm. Oldukça karizmatik bir kişilikti; konuştuğunda kendini dinleten otoriter yapısı ve tok, güçlü bir ses tonu vardı. Apliklerle aydınlatılmış loş ışıklı odasında, masasından uzakta deri koltuklardan birinde kaybolurdum; yerler halıflex kaplıydı ve o, annemle konuşurdu etkileyici sesiyle. Odanın bir köşesinde duvarı boydan boya kaplayan camekanlı kitaplıkta tıklım tıklım ciltli kitaplar diziliydi ve ben hep öyle bir çalışma odam olsun istemişimdir. Ve hâlâ öyle... Bir çocuğun nelerden etkilenebileceği hep muamma.


O beş dakikalık muayeneden sonra -ki bu kadar kısa sürmesi hayal kırıklığı yaratırdı- beni özel bir odaya alırlardı. Doktorun, bir çizgi roman kahramanı olabilecek topal asistanı bana EEG denilen bir elektro uygulardı. Bunu yapabilmek için önce kabloların bağlanacağı yerlere iğrenç kokulu sıvılar sürerdi ve ben o kokudan nefret ederdim. Sıvıların sürüldüğü yerlere de kablolar bağlanırdı. Topal adam bana hiçbir şey düşünme derdi, ama her defasında bir bisikletin hayalini kurardım. Muayene bitince, kapaklarında Mickey Mouse, Donald Duck, Pluto gibi karakterlerin olduğu Disneyland’dan getirilmiş Fransızca çizgi romanlar armağan ederdi. Yıllar sonra beni bunca etkilemiş olan adamı daha yakından tanımak için yaptığım araştırmalar sonucunda Ayhan Arguner’in, 1974 yılında Montpellier Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, bir yıl boyunca Prof. Passouant’ın yanında Nörofizyoloji alanında çalıştığını öğrendim. Sadece resimlerine bakabildiğim o çizgi romanları ise hiç okuyamadım ve onlar da bir şekilde hayalet kitaplarımın arasına karıştılar.


Eve dönüş yolunda kafamdaki sıvının iğrenç kokusu her ne kadar utanmama sebep olsa da aynı zamanda kendimi farklı hissetmemi sağlardı. Kafama bağlanan elektrolar sonrası o farkı hisseder, özel bir yere koyardım kendimi çocuk aklımla. Böyle olmadığını yaşayarak öğreniyor insan; yine de o günlerde diğerlerinden farklıydım bir şekilde. Diğerleri gibi değilsem, özel olan bendim. Bu özellik bana yalnız olma hakkı veriyordu. Hastalığım geçse de bu durum hiç değişmedi!


Tabii birçok çocuğun hayatına giren çizgi romanlar, o dönemde gazetelerin hafta sonu hediyesi olurdu ve benim favorim kesinlikle Tommiks’di. Bunda büyük ihtimalle babamın pazar günleri müdavimi olduğu kovboy filmlerinin etkisi vardı. Sürekli John Wayne’den bahsederdi babam, ama beni etkileyen kovboy kısık bakışları ve çift namlulu, orta uzunluktaki silahıyla Lee Van Cleef’ti. Aradan geçen otuz küsur yıla rağmen çocukluğumun geçtiği o gerçeküstü mahalleden taşınırken annemin birilerine benden habersiz verdiği o Tommiks’ler için hâlâ -bir çocuk gibi- hayıflanırım.


Mahallemizdeki oyun alanımız olan, bizim park dediğimiz, ama geniş bir toprak alandan oluşan boş arsayı bir dönem Pal Sokağı Çocukları ile özdeşleştirmiş olmamın, zihnimin bana oynadığı bir oyun olduğunu düşünüyorum. Zira, kitabı o dönemde okumadığıma eminim. Fakat parkta bulunan pazar tahtalarını bir araya getirerek yaptığımız hayali gemilerdeki korsan savaşlarına dayanan oyunlarımızın sebebinin Define Adası, Moby Dick gibi ciltli kitaplar olduğuna da eminim. Ve herkeste bir ıssız ada fantezisi olurdu. Çünkü çoğumuz Daniel Defoe’nun Robinson’unu okumuştuk. Kan kardeşim -gerçekten kanlarımızı birleştirmiştik- Volkan, insanlardan kaçma oyunu oynayalım, derdi ve bugün hâlâ aynı oyunu sürdürme isteğimin ağır basması beni şaşırtıyor.


Ablam ve ben şanslı çocuklardık. Tatillerimiz bugünkü gibi bir hafta, on beş gün kadar sürmez; bütün yaz tatil yapardık. Orta öğrenimimin başlangıcından 1999 yılındaki depreme kadar oturduğumuz Avcılar’dan Sultanköy’deki yazlığımıza kadar olan yolculuk beni mest ederdi. Yeşillikler içinde ahşap bir barakadan ibaretti yazlığımız. Verandası ve ufak bir bahçesi vardı. Yazlığa iki kitabı götürdüğümü çok net hatırlıyorum. Biri defalarca okuduğum Beyaz Diş, diğeri ise okuyup okumadığımı hatırlayamadığım, ama hem ismiyle hem kapağıyla hiç unutamadığım Kış Geceleri. Pembe veya yavruağzı bir renkte, Joan Miro tarzı renkli görselin yer aldığı bir kapağa sahipti ve romanın Medicis ödüllü olduğu yazılıydı. Jean-Noel Pancrazi’nin bu kitabıyla beraber London’ın Beyaz Diş’ini, yazın ortasında yağan zamansız sağanak yağmur ve yazlığımızı basan su sebebiyle hayalet kitaplığıma kaldırmak zorunda kaldım. Beni ziyadesiyle üzen kayıplar. Elbette kaybedilen kitapları sahaflarda veya internette bulabiliriz artık. Ama elde edilen yeni kitaplar, üzerine anlamlar yüklediğimiz, anılarımızı bize taşıyan hayalet kitaplarımızın yerini tutabilirler mi?


Yıllar sonra Berthe Bernage’a ait olduğunu öğrendiğim Gri Şapkalı Adam, ilk aşkımın “Kitaptaki kız bana benziyor.” diyerek aldırdığı ve kim bilir hangi hayallere dalmışken Üsküdar-Eminönü vapurunda unuttuğum Gülten Dayıoğlu’nun Sekizinci Renk’i, Mark Twain’in Beyaz Fil’i, Edith Nesbit’in Demiryolu Çocukları, Andersen’in Masalları, Mehmet Seyda’nın yine okuduğumu bir türlü hatırlayamadığım, ama kapağı aklımdan çıkmayan Bir Gün Büyüyeceksin’i ve kısacık Ömer Seyfettin kitapları -Kaşağı ve Falaka- belleğimdeki anılar kitaplığında dolaşan diğer hayalet kitaplarım.


Aslında hem hayalet kitaplar hem de şu an kitaplığımızda duran kitaplar, yanan zamanın içinde durağan cisimler olarak görülmemeli. Onlar hareket hâlinde olan ve bizimle birlikte yaşamaya devam eden canlı ruhlar! İlginç bir özellikleri daha var: Biz değiştikçe onlar da bu değişime ayak uyduruyor.

Comments


Schoolgirl with Books
bottom of page