3. gün
Doğal deniz kumu rengindeki havuzun hafif hafif oynaşan turkuaz suyuna güneşin son kırıntıları vuruyor. Güney Portekiz kasabası Estômbar’daki bir tatil evinin havuz kenarında, krem rengi plaj şemsiyesinin altında tek başıma oturuyorum. Yanı başımdaki beş adet boş şezlong, evin kalabalıklara kucak açan bir yer olduğunun altını çiziyor âdeta.
Tatil evinin nahifliğine ve naftalin kokan havasına uymayan plastik masada, dizüstü bilgisayarımın ekranındaki bembeyaz sayfada metin imleci telaşla yanıp sönüyor. Üç gündür bakışıp duruyoruz ama henüz klavyenin tuşlarına dokunamadım. Günlüğümü karalıyorum sadece. Acelem yok. On beş günlük misafiriyim nasılsa buranın. Yazar tıkanıklığı, lavabo tıkanıklığına benzemiyor ki sirkeyle karbonat içeyim de açıvereyim bulanık zihnimi! Yazmaya değil, biriktirmeye geldim. En çok da uzaklaşmaya, kendimle karşılaşmaya…
Modern mimarideki evlerin arasından kıvrılan yokuşlu yolun bitiminde karşıma tüm heybetiyle dikilen uykulu yaşlı ev... Büyük demir bahçe kapısında beni güler yüzüyle karşılayan ev sahibesi Casandra... Eve yürürken ayaklarımın altında ezilen çakıl taşlarının sesiyle her yanını ot bürümüş bahçenin sessiz yaşamını canlandırışım... Huzurla açılan ahşap kapının evin içinden yüzüme üflediği eski-ve-yaşanmışlıklar kokusu... Eski eşyaların, eski perdelerin ve eski anıların, kozalarının içinde mutlu birer tırtıl misali bekleşmesi.
Casandra, konuşkan ve sıcakkanlı bir Portekiz kadını. Uzaktan bakınca bile belli olan ince bedenini giydiği bol keten tulumunun ardına gizlemiş. Yetmişli yaşların klasik kısa kesim modeli yerine platin rengi saçlarını omuzlarına dökmeyi tercih etmiş. Yaşına göre oldukça dinç ve bana kalırsa hâlâ çok çekici. İngilizceyi aksanlı ama akıcı konuşuyor. Kocası Gabriel öleli on beş yıl olmuş. Her sezon tatilcilerin yoğun ilgisiyle dolup taşan bu dört odalı kocaman ev, baba-dedesinden miras kalmış. Kendisi kasaba merkezindeki nohut oda bakla sofa evinde tek başına pek mutluymuş.
Bu evde beni çeken, rezervasyon sitesindeki kutucukta parlayan 8,8 notu değildi; tüm heybetine rağmen fotoğraflardaki yalnız ve vakur duruşuydu.
2.gün
Avrupa’nın en iyi plajlarına sahip Algarve bölgesinde olmak, her gün yeni bir plajı
keşfetmeyi gerektiriyor haliyle. Gelmeden yaptığım plan dâhilinde, bugün Praia Da Marinha plajındayım. Kendimi okyanusun coşkun sularına ve Tanrı’nın varlığının ispatı muazzam manzaranın büyüsüne bırakıyorum, tenimde ve ruhumda tuzun şifalı dokunuşlarıyla. Okyanusta yüzmek, Ege’nin dingin sularında kulaç atmaya benzemiyor. Okyanus alabildiğine hırçın, dibine kadar asi; onu kıskanıyorum.
4.gün
Sabah
Bugün de listemde sırasını bekleyen enfes bir plaja doğru hevesle hazırlanırken, aniden bastıran yağmur ve şiddetli rüzgâr bana “evde kal” diyor. Dışarıdaki yağmurun tıpırtısı gün boyu sürüyor. Yağmur bulaşmış toprak kokusu pencere aralıklarından evin her yerine sızıyor. Güneşin tenimi kavuran temaslarına bir günlük ara verip kendimi miskin çarşafların uykulu kucağına teslim ediyorum.
Akşam saatleri
En sonunda midemin açlık isyanlarına kayıtsız kalamayıp akşam yemeğimi hazırlamak üzere yataktan çıkıyorum. Pesto soslu linguine makarnam ve olmazsa olmaz Fransa kokulu cabernet sauvignon şarabım. Şakacı hava yüzünden yemeği ilk defa bahçede değil, evin iç salonundaki maun masada yiyorum. Son lokmamı ağzıma atmamla ortalık bir anda karanlığa bulanıyor.
Bir mum arayışıyla masadan kalkıyorum. Salonun mutfak duvarına yaslanmış eski ahşap konsolun çekmecelerini telefonumun ışığı yardımıyla karıştırıyorum. Beyaz bir bakkal mumu görüyorum çekmeceyi açar açmaz. Çakmak da olmalı buralarda bir yerlerde. Derken derinlerde kırmızı kapaklı bir defter değiyor elime. Kısa bir tereddüdün ardından diplerden çıkarıp açıyorum içini. Casandra’nın adı yazıyor ilk sayfasında. İngilizce bir günlük bu. Yerine geri bırakacakken, sol omzumdaki meraklı ve utanmaz meleğe kanıp elimde kırmızı kapaklı defterle masaya dönüyorum. Mumu alevlendirip loş ışığında günlüğü okumaya başlıyorum.
Gündelik hayatına dair sıradan anlatılara hızlıca göz gezdirip defterin son bölümlerine doğru ilerliyorum. Az sonra okuduğum satırlarla donup kalıyorum. Casandra, cesur ifadelerle yasak aşkını anlatıyor. Mavi dolma kalemi ile akıttığı müdanasız itirafları sayfaların içinde parlıyor. Beni ilgilendirmez yaşadıkları. Herkes hayata bıraktığı mürekkep lekelerinden sadece kendisi mesul.
Akşamın Şok Ânı!
İşaret parmağımı yalayarak günlüğün birbirine tutunan son sayfalarını çevirmeye devam ediyorum:
13 Eylül 2008
Döküm küreğin güzel başına inen sert dokunuşlarıyla çıkan kemik sesi tüylerimi ürpertiyor. Tuhaf bir çekiciliği var. Kırılan kafatasın beyin damarlarını kesiyor ve fışkıran koyu bordo kan, beyaz keten gömleğini aceleyle boyuyor. Bedenin parke zeminle buluşurken sanki son bir kez gözlerime bakıyorsun. Ve o son bakış yüzünde donup kalıyor.
Kollarından çekiştirerek bir bez bebek gibi sürüklüyorum seni yerde. Evin mutfak merdivenlerinin bahçeye inen iki basamağını kanınla renklendiriyorsun. Arka bahçeye giden yolun taşları eziliyor bedeninin altında. Canın acıyor mu diye düşünüyorum bir an, çok kısa bir an.
Yeterince derin olduğuna kanaat getirince cansız bedenini kazdığım çukura yuvarlıyorum. Ay ışığında nemli toprağın bir yorgan gibi şefkatle üzerini örtüşünü izliyorum. Ah sevgili kocam, arka bahçemizde en sevdiğin ağacın kökleriyle buluştun işte. Ben ise yeni kökler salmaya gidiyorum.
Gözlerim dehşetle büyüyor, kanım çekiliyor. Casandra, bir koca katiliymiş meğer! Hem de işlediği cinayeti böylesine şiirsel anlatacak kadar soğukkanlı.
“Polise haber vermeli miyim?” diye fısıldayan saf bir düşünce içinde yakalıyorum kendimi. Bana ne canım! Zaten toprak ekosistemi zavallı Gabriel’i kemiklerine kadar afiyetle mideye indirmiştir çoktan.
Ben karanlığın içinde, mumun aydınlattığı bir çerçevede öylece dururken, duvar saatinin tik takları yağmurun sesine karışarak sürüp gidiyor. Kapıların ve pencerelerin kapalı olduğundan emin olmak için tüm evi gezip kontrol ediyorum. Bence bayağı saçmalıyorum. Yetmişlerinde bir kadın gecenin bir vakti gelip beni de öldürecek değil ya! İçtiğim sayısız kadeh şarabın rehavetiyle yatağa uzanıp huzursuz uykular âlemine dalıyorum.
Gece
Uykunun şekerli tadı, gecenin bir yarısı sokak kapısının sertçe çarpması ile bozuluyor. Sıçrayarak uyanıyorum. Başucumdaki abajurun açma kapama anahtarına uzanıyorum. Tık sesi duyuluyor ama karanlık tüm koyuluğuyla devam ediyor. Telefonum çoktan biten şarjıyla uykuda. Holdeki yıpranmış parkelerin gıcırtılı ezilme sesleri yatak odama doğru yaklaşıyor. Az sonra kapının önünde bir nefes sesi işitiliyor. İncecik pikenin güçlü kollarına sığınıyorum. Sadece karanlığa alışan gözlerim açıkta. Bedenim zangır zangır titremekte.
Yatak odasının eski ahşap kapısı bir iki zorlama ile açılıyor. Aniden çakan şimşekle ışığa boğulan odanın kapısında Casandra ve elinde meşhur döküm küreği! Saçlarından damlayan yağmur suları yüzüne inerken öfkesinin hararetiyle buharlaşıyor. “Beni yakaladın,” diyor İngilizce. Kekeliyorum, geveliyorum ama ağzımdan tek bir kelime bile çıkmıyor. Çığlık atmak istiyorum, nefesim boğazımda tıkanıyor. O zaman anlıyorum gerçeği: Rüyadayım.
5. gün
Ağır ve yorgun göz kapaklarımı kırpıştırarak açıyorum. Kapalı ahşap panjurların aralığından güneş odaya sızıyor. Kuşlar el değmemiş bir günü müjdeliyor pencerenin önündeki yaşlı çam ağacında. Yatakta oturuyorum. Nefesim uzunca bir süre düzene girmiyor. Ne yapacağımı düşünüyorum hızlıca. Kalkıp banyoya gidiyor, ölü beyazı yüzüme su çarpıp hayata döndürüyorum.
Odanın bir köşesinde döneceğimiz günü boş boş bekleyen bavulumu açıp eşyalarımı içine gelişigüzel doldurmaya başlıyorum. Nihai karar, bu evde daha fazla kalamayacağım yönünde.
Evi son bir kez kolaçan edip Casandra’yı aramak için telefonumu elime alıyorum. Acil bir işim çıktığını söyleyip sıyrılabilirim bu işten. Anahtarları demir kapının yanındaki büyük saksının dibine bırakırım. Arka bahçeye asla adım atmadan çıkıp giderim.
Tam o sırada kapının ding donglu zili çalıyor. Karşımda Casandra. Bavulumu kapının girişinde görünce şaşırıyor. Bir ihtiyacım var mı diye yoklamaya gelmiş. İçeri doğru tedirgin gözlerle bakıyor. Ben de onun baktığı yöne dönüyorum ister istemez. Kahretsin! Günlük masanın üzerinden tüm kırmızılığıyla bize bakıyor! Soğuk soğuk terliyorum. Tam ağzımı açıp savunmaya geçecekken gülmeye başlıyor; gözlerinden yaşlar fışkıra fışkıra, karnını tuta tuta.
Bu histeri krizi canımı sıkıyor. Yavaş yavaş sakinleşiyor Casandra ve “Defterimi okudunuz demek,” diyor kahkahalı gözyaşlarını silerken. Kafamı belli belirsiz sallıyorum hayır dercesine. Sakin adımlarla içeri giriyor, kırmızı kaplı defteri eline alıp göğsüne bastırıyor. “Yazıyordum bir zamanlar. En çok da polisiye kurgu. Yoksa siz o defterdekileri gerçek mi sandınız tatlım?” diyor alaycı bir gülüşle. “Yok yok, kocamı ben öldürmedim tabii ki. Zavallı Gabriel’im, kalbine yenik düştü.”
Saatler sonra…
Güneş, eteklerini toplayıp gitme derdinde... Havuz başındaki plastik masanın üzerinde dizüstü bilgisayarım. Bilgisayarın ekranında, parmaklarımın hızıma yetişmeye çalışan metin imleci koşturup durmakta.
Bazen yapman gereken tek şey, doğru zamanda doğru yerde olmaktır.
Sevgili Casandra, yeni romanımın kahramanı. Benim güzel seri katilim!
Banu Balaban
Comments