“Yemin ederim ki bu kitap kelimelerden yapılmadı. Bu sessiz bir fotoğraf. Bu kitap sessizlik. Bu kitap bir soru.”
“Öldüğümde kendimi çok özleyeceğim.”
“Zirveden bir adım ötede, devrimden bir adım ötede, aşk denen şeyden bir adım ötede. Hayatımdan bir adım ötede, güçlü bir tür ters mıknatıs yüzünden ve bir de düzen iradesi yüzünden, hayata geçiremediğim hayatım.”
Clarice Lispector (Doğum adı: Chaya Pinkhasivna Lispector, Ukraynaca: Хая Пінкасівна Ліспектор, 10 Aralık 1920-9 Aralık 1977), yenilikçi romanları ve kısa öyküleriyle uluslararası üne sahip Ukrayna doğumlu Brezilyalı romancı ve kısa öykü yazarı. 1940’tan 1977’ye kadar Lispector dokuz roman, seksen beşten fazla kısa öykü, çok sayıda gazete için makale ve crônicas olarak bilinen edebî eskizler ve dört çocuk kitabı yazdı. Ayrıca Agatha Christie, Jonathan Swift ve Edgar Allan Poe’dan, Jules Verne ve Bella Chagall’a kadar İngilizce ve Fransızcadan birçok çeviri yaptı. Lispector’un gözden düştüğü ve sonra tekrar alkışlandığı anlar oldu ancak yumurtalık kanserinden öldüğü zaman, 1977’deki elli yedinci doğum gününün arifesinde, ülkesinin en saygın yazarlarından biri olarak ün kazandı.
Yazdığı seksen beş öyküde Clarice Lispector, her şeyden önce yazarın kendisini çağrıştırıyor. Ölümünden sonra bulunan on dokuz yaşında yazdığı en eski hikâyesinden, çok çeşitli stiller ve deneyimlerle bir ömür boyu sanatsal deneyleri takip edeceğimizin garantisini veriyor. Onu içgüdüsel olarak anlayanlar için Clarice Lispector’un kişiliğine olan sevgi basitçe açıklanamaz. Kendisi bizi tanımak isteyen bir sanat, sanatını bilmek istememizi sağlayan bir kadın...
Ekim 1977’de, ölümünden kısa bir süre önce; tüm yeteneklerinin birleştiği, hikâye anlatmanın zorluğu ve tuhaf zevkleri ile ilgilenen yoğun bir öz-bilinçli anlatıda Yıldızın Saati adlı romanından bahsetti. Lispector’un bir görüşmeciye verdiği demeçte, “tek yediği sosisli sandviç kadar fakirdi” dediği Macabéa’nın hikâyesini anlatabilirdi ancak bunun yerine, “Hikâye; ezilmiş bir masumiyet, isimsiz bir sefalet hakkında” dedi.
Hikâye aynı zamanda Brezilya'nın kuzeydoğusundaki Alagoas eyaletinden bir kadın hakkındadır. Lispector, ülkeye geldiklerinde ilk kez orada yaşadı ve daha sonra Clarice gibi Rio de Janeiro’da yaşamaya başladı. Kitabın sonlarına doğru bir sahnede; kadın kahraman, tıpkı Lispector’un kendisinin bir falcıya gitmesi gibi, falcı olan Madam Carlota’ya gider. Lispector, bir televizyon röportajcısına şunları söylüyor: “Bana olmak üzere olan her türlü güzel şeyi anlatan bir falcıya gittim, bana söylediği tüm güzel şeyleri duyduktan sonra öldüm.”
Kitap içerisinde karakterle olan bağlantılı yaşamı göze çarpıyor ama bu hikâyenin otobiyografik olduğu anlamına gelmez; daha ziyade, bazen göze çarpan ancak neredeyse hiç bilinmeyen bir benliğin keşfidir. Lispector kitabı yazarken, yazar José Castello tarafından Rio’daki Avenida Copacabana'da bir vitrine bakarken kendini görüyor. Onu selamladığında, “Arkasını dönmesi biraz zaman alıyor. İlk başta hareket etmiyor ama sonra selamlamayı tekrarlamaya cesaret edemeden, sanki korkutucu bir şeyin nereden geldiğini görmek ister gibi yavaşça dönüyor. ‘Demek sensin’ diyor. O anda dehşet içinde vitrinde çıplak mankenlerden başka bir şey olmadığını fark ediyorum. Ama sonra aptal korkum bir sonuca varıyor: Clarice'in boşluğa tutkusu var.”
Brezilya'nın Rio de Janeiro şehrinin kenar mahallelerinde geçimini sağlamaya çalışan, kuzeydoğudan sıradan bir kız olan Macabéa’nın hikâyesi, Rodrigo SM tarafından anlatılıyor. Roman, çok sıra dışı çünkü anlatıcı hikâyenin özüne gelmeden önce bu hikâyeyi nasıl yazacağını düşünmek için epey zaman harcıyor. Örneğin: Yazar, yazmadan önce fiziksel bir dönüşüm geçirmeli mi? Ve kurgu asla gerçeği yakalayamayacağından bunu yapmanın bir anlamı var mı? Kitap, kısa olmasına rağmen sürükleyici ve duygusal bir hikâye anlatırken, yazar da anlatıcısı aracılığıyla insan varoluşu ve hayatın anlamı üzerine meditasyon yapıyor.
“Yemin ederim ki bu kitap kelimelerden yapılmadı. Bu sessiz bir fotoğraf. Bu kitap sessizlik. Bu kitap bir soru.”
“...Soğuk olmak istediğim bir hikâye.” diyor anlatıcı ancak yine de oldukça duygusal olmayı başarıyor. Anlatıcı, Macabéa’nın ve içinde bulunduğu durumun hiç de hoş olmayan bir resmini çiziyor ancak Macabéa’nın kendisi bunu fark etmiyor ve fark etse bile, umursamaz davranıyor. O, “kanadı kırık biri” Rio’nun kenar mahallelerinde yaşıyor. Dünyada ondan faydalanmaya çalışan tanıdıkları dışında kimsesi yok. Görünüşü, parası, beklentileri (istikrarlı bir işi) veya geleceği yok. Kötü bir sağlığı, travmatik bir çocukluğu ve uyumak için kiralık birkaç metresi var. Kendi zavallı hâlinin farkına varmadan mutlu kalıyor. “Bilmemek mutluluktur.” sözünü hatırlatıyor. Radyo dinlemeyi, arada bir film izlemeyi ve (çok nadiren) tatlı şeyler yemeyi sever. Anlatıcı, onun tarafından bu duruma şaşırıyor. Macabéa aracılığıyla olduğundan daha fazlası olmak ve onun ötesindeki gerçeği yakalamak istiyor.
“Dünya benim dışımda, ben benim dışımdayım.”
Bu romanı anlamanın yollarından biri, çelişkiler ve karşıtlıklar hakkında düşünmektir. Adam, anlatıcı Rodrigo ve genç kız Macabéa (anlatıcının yarattığı) birkaç ortak noktaya sahip gibi görünüyor: Farklı cinsiyetler, sosyal duruşlar, sınıf ayrımları ve dünya görüşleri... Anlatıcı, Macabéa’nın ruhunun derinliklerine inerek kendini, dünyayı anlamaya ve nihai gerçek olduğuna inandığı şeye bir göz atmaya çalışıyor. İçten içe Macabéa gibi insanlardan iğreniyor olabilir ama aynı zamanda ona tapıyor ve seviyor (bir çelişki). Aynı zamanda Macabéa’nın dünya hakkındaki cehaletinin yanı sıra inancını da kıskanıyor olabilir. Toplumu düşünmediğinde onu mutlu eden şey kısmen cehaletidir. Hayat, diğer insanların size söylediği kadar iyi ya da kötü değildir çünkü her şey kişinin zihin durumuna, algısına ve inancına bağlıdır. Macabéa bir hiçtir, çok önemsiz ve başkaları için görünmez bir insandır ve bu nedenle “özgürdür.” Yalnızlığın ve hüznün lüks olduğu ancak masumiyetinin ve cehaletinin kalkanı olduğu, aldığı nefesin kılıcı olduğu bu tür bir varoluşa öncülük ediyor. Anlatıcı Rodrigo; onun durumunu, dünyadaki yerini ve nasıl bu kadar amaçsızca yaşadığını anlamaya çalışıyor.
“Bulmanın bir yolu da aramamak, sahip olmanın bir yolu da talep etmemek...”
Beckett’ın sık sık yaptığı gibi anlatıcının kendini unuttuğu ve anlatıdaki rolünü, gerçekliğini veya kurgusallığını sorgulamaktan rahatsız olmayacak kadar ilginç veya gülünç derecede komik bulduğu zamanlar da var. Örneğin, kahramanın bir zamanlar “kızarmış kedi” yemiş olduğu hatırası veya Rio’daki sokağın görüntüleri, sesleri ya da Macabéa’nın sözleri: “Öldüğümde kendimi çok özleyeceğim.”
Bazıları anlatıcının, zaman zaman hikâyenin akışını kesintiye uğratan gözlemlerinin, Macabéa’nın hikâyesini anlatma biçimine girdiğini söylüyor. Ancak bu roman, iki ana karakterden -anlatıcı ve Macabéa- oluşuyor şeklinde bakarsak, bu eleştiri biraz temelsizdir. Her iki karakterin de hikâyede gerçekleştirmesi gereken hedefleri vardır ve her ikisi de kendi karakter yollarını takip ediyor. Bu Macabéa’nın hikâyesi ama aynı zamanda bir romanın nasıl yazılacağının hikâyesi. Hikâyede Rodrigo’nun, Macabéa ile kendine özgü ve karmaşık bir ilişkisi var, Macabéa onun beklenmedik kahramanı…
Bu alışılmadık roman; felsefi olarak derin, cesur ve yaratıcıdır. Cesur olmasının sebebi hikâyesini anlatmak ve mesajlarını iletmek için alışılmadık bir biçim ve üslup kullanıyor. Brezilya'daki yoksul ve zarar görmüş insanların hikâyesini anlatıyor ancak onlara farklı ve alışılmadık bir pencereden bakıyor, aynı zamanda toplumun adaletsiz doğası ve kadınların koşulları hakkında dolaylı gözlemler yapıyor. Anlatıcının düşünceleri, anlatıda öyle bir iç içe geçmiştir ki varoluş ve yaşam üzerine yapılan her meditasyon güçlü bir şekilde bizlere yansıyor.
Son olarak Fransız eleştirmen Hélène Cixous’un yazdığı gibi, Yıldızın Saati; “Yoksul olmayan yoksulluk üzerine bir metindir.”
Zeynep Eşin
Yayınevi: Monokl Kitap
Çevirmen: Başak Bingöl
Sayfa Sayısı: 104
Ebat: 13,5x21 cm
Baskı Yılı: 2017
Kategori. Roman
Comments