Son bulacak, bir gün tüm bu kurguların içinde son bulacak. Başlayıp da sonunu getiremediği öyküleri, şiirleri, parça parça yaptığı incelemeleri, araştırmaları gibi son bulacak. Anlatamadıklarını sözcüklerine söyletmesi boşuna. Son ânında değil, ağır ağır, kendini hissettire hissettire bir masa başında gelecek, sözcüklerden yarattığı hayatların sonu gibi gelecek.
“Boğazımda ölü sözcükler var. Sözcükler çok zamandır bir ceset gibi dilimde yatıyorlar. Zihnimin koyu karanlığına gömdüğüm sözcükler. Bugünlerde gömüldükleri yerden büyük bir sarsıntı ile gün yüzüne çıkmaya çabalıyorlar. Dilimdeki cesetler canlandı. Dilimi asit gibi yakıyorlar. Sözcüklerimin sıvası patladı, köklerine örülmüş ağlar yırtıldı. Dilime yapışan sözcükler kalbimi kemiren bir hayvan gibi dolaşıyor. Sessizliğe terk edilmek dayanılır gibi değil.”
Önündeki kâğıttan ıslak mürekkep kokusu geliyordu. Yanına koyduğu kül tablasındaki sigara yanmaya devam ediyor, dumanı kıvrıla kıvrıla odaya yayılıyordu. Yanı başındaki soğumuş kahvesinden bir yudum aldı, acı ve bayat tadıyla yüzü ekşidi. Sigarasını söndürüp masadan kalktı. Pencerenin karşısında gecenin karanlığını seyretti. Döndü masaya baktı. Yatağa gitti. Uzandı. Düşündü.
“Ne olacak bu yarım bırakılmış halim,” sözcüklerim yarım bırakılmış bir hikâyenin tam ortasında son bulmuştum.
İçeri girdiğimde uyuyordu. Omuzlarından sarstım. Panikle açtı gözlerini, nefesi alkol ve sigara kokuyordu.
“Yine ne istiyorsun benden,” demeye vakit bulamadan “neden yarım bırakıldım?”
Yataktan doğruldu, çalışma odasına geçti. Bir süre masanın üstündeki dağınıklığa daldı ki eminim kafasının içi de masası gibi dağınıktı. Hikâyemin müsveddelerinin olduğu çekmeceyi açtı. Gözlerini kaldırdı, bana baktı.
“Neden söyler misin, neden terk etti beni Suna?” Kızdığını anlıyordum; alkol kokan soluğunu hızla alıp veriyordu. Sustu. Anlıyordu, daha sözcüklerinde can bulamamıştım. Zihninde bir rüyanın kırıntısıydım. Uzandı, sigara paketinden bir sigara aldı, dudağına yapıştırdı.
Şu an aynanın karşısında yağlı, kirli saçlarını tarıyordu. Bir anda bağırıp çağırmaya başladı; odanın içerisinde salınıyor, hızla bir pencerenin yanına bir masanın yanına gidip geliyordu. Bana döndü “Zavallı, acınacak haldesin,” dedi. Suna’nın seni neden terk ettiğini hâlâ anlamadın mı?
Daha bir ismim bile yoktu öyküde.
“Siz bilmezsiniz, beni bu öyküde yarım bırakan bu yazar var ya bu yazar, kadınlardan korkuyor; oh be söyledim, sonunda.”
“O, korkağın teki.” İntikam almak içimi soğutmamıştı ama bu onun bir korkak olduğu gerçeğini de değiştirmiyordu.
Geçen gün arkadaşıyla sohbet ederken kulaklarımla tanık oldum, “Kadınlar dedi, kar gibidir. Onlara bakmak güzeldir ancak yaşamak zordur. Kaç kadın sevdiysem hepsinin yatağından üşüyerek kalktım. Hepsi de eksiltti, yaraladı beni.”
Şu an o kadar eminim ki Suna’nın beni terk etmesinin nedeni bu adamın korkaklığıdır. Suna haksız sayılmaz. Çoğu zaman kendimi gereksiz biri gibi hissetmiş olmam ne fark eder ki! Suna ile tanıştığımız gece onun kolları arasında uyandım. Yanımda çırılçıplak yatıyordu. Önce şu sıklıkla gördüğüm ıslak rüyalardan biridir diye düşündüm. İri memeleri tenime değiyordu. Memelerini sıksam dedim, varsa uyanır yoksa da yine o ıslak rüyalardan der geçerim. Elimi memelerine uzattım, sıktım. Az kalsın dişleyecektim. Gözlerini açtı. Suna gerçekti… Bu geceden yedi ay sonra bir oğlum oldu. Benden değildi biliyordum. Hiç umursamadım.
Korkak yazarımız masaya geldi. Müsveddeleri karıştırdı. Sonrasında hepsini masanın üstüne fırlattı. Beni de hikâyemden böyle fırlattı. Daha bir ismim bile yoktu hikâyemde. Sonrasında banyoya gitti. Islak ellerini saçlarında gezdirdi. Günlerdir duş almadığından saçları yağlanmıştı. Avuçlarına yapışan saçları suya tuttu sonra banyodan çıktı. Bir sigara daha aldı paketten, dudaklarına yapıştırdı. Çakmağı masanın altında buldu, aldı, yaktı.
Suna ağlayan gözlerle kapıyı çarpıp çıktığında yalnızdım. Ağızda kalmış tek diş gibi işlevsiz zavallının biriydim. Suna haksız değildi. Beğenilecek bir tarafım, özelliğim de yoktu. Yine de bu korkak yazarın bunu olur olmaz her yerde yüzüme vurması ağırıma gitmişti. Suna, keşke kapıyı böyle sert çarpıp çıkarken değil de işe yaramazlığımı, mesela sevişirken kulağıma söyleseydi bu kadar ağrıma gitmezdi.
Şimdi ne olacak? Hikâyede bir adı bile olmayan beni terk mi edecek? Gidecek mi? Gitmez değil mi? Sonuçta o benim karım; kızar, küfür eder, bazen öfkesinden etrafındaki eşyalar da
nasibini alır ama evini, kocasını ve oğlunu yine de terk etmez değil mi? Hem ben ne yapmıştım ki? Kocaman bir hiç, hiçbir şey yapmamıştım.
Benim için neler neler söylendi, sözcüklerle doğup sözcüklerle öldüğüm bu hayatta. Ben hayatımı, varlığımı bir kalemin damlayan mürekkebine, bir kalemin kâğıt üzerindeki kavisli hareketlerine, kâğıt üzerindeki çizimlerine borçluyum. Bir kâğıdın üzerinde sözcüklerle doğdum, yine aynı kâğıdın üzerinde sözcüklerle varlığım son buldu. Varlığımı borçlu olduğum bu korkak adam bir gece yarısı uyandı. Çekmeceden çıkardığı kâğıda ucuz kalemiyle benim hikâyemi yazdı.
Çok defa araya girip “Yalan söylüyorsun, o öyle olmadı; hem öyle hissetmiyordum,” demeyi çok istedim, gecelerce uyardım. O sararmış kupasında kahvesini yudumlarken eline bir bardak şarap kadehi alıp pencerenin kenarından gecenin karanlığını seyrederken bana mürekkebi ile can verdi. Uzamış tırnakları ile saçlarını kaşırken, dişlerini kenetleyip savurduğu küfürleri anlatamam sizlere. Eli alışkanlıkla sigara paketine uzandı. Kaç gece dudaklarına yerleştirdiği sigaradan derin derin nefesler çekti. Ağzında biriktirdiği dumanı savururken odaya, gözleri ıslandı. Derken bir gece eline kalemi alıp benim yarım kalan hikâyemi yazmaya başladı.
Biliyorsunuz Suna ile yattığımız o geceden sonra beni Suna ile evlendirdi. Benim olmayan bir oğlan çocuğunun babası yaptı. Çalıştığım iş yerinde çalışan bir kıza sarkıntılık ettiğimi yazdı. Koca bir yalan bu. Ben ki evli biriyim; bana iftira attı. Bu korkak adam kocaman bir yalan yazdı. Durun ben anlatayım size olanı, siz anlatırsınız Suna’ya gerçeği, çünkü artık beni dinlemiyor. Ben yokum bu hikâyede, beni yarım bıraktı şu korkak adam.
O gün öğle yemeğine çıkmıştım. Erken döndüm yemekten, adını bile hatırlamıyorum kızın, o da erken dönmüştü yemekten, masasının başına geçti, kollarını iki yana açtı. Birine kavuşmayı beklercesine kadın öylesine gerindi ki birden sutyeni açıldı. Üstünde incecik, beyaz bir gömlek vardı. Gözlerim istemsizce açılan sutyeninden fırlayan göğüslerine takıldı. Telaşla gömleğini kapatmaya çalışıyordu, başaramadı, benden yardım istedi. Oldum olası severim insanlara yardım etmeyi. Yardım için arkasına geçtim. Sutyenin kopçasını tam olarak görebilmek için gömleğini boynuna kadar kaldırmasını istedim. Bembeyaz sırtı önümde duruyordu. Kopçayı takmak için elimi uzatmıştım ki birden kapı açıldı. Panikledim, elim ayağım birbirine dolandı. Ne yapacağımı bilemedim o esnada, saklanmak için beline sarıldım. İçeri giren patrondu. Benim hiçbir suçum yoktu. Ben sadece yardım etmek istemiştim. Tenine bile değmemişti elim. Tüm bunlar, o korkak yazarın suçu. Böyle kurguladı. Onu bilirim ben, kafasında binlerce kurgu olur onun. Bana düşeni buydu.
Müsveddelerin olduğu masadan kalktı. Bir ipin üzerinde yürür gibi odanın içinde dolandı. Mutfağa geçti, soğumuş kahvesinden bir yudum aldı. Ağza alınmayacak küfürler savuruyordu. Bakın göreceksiniz bu küfürleri de bir başka öyküsünün kahramanının ağzından dillendirecek sizlere. Bana Suna’nın zavallı demesine de bu korkak yazar sebep oldu. Sonra bir imza gününde ona, ne kadarı kurgu ne kadarı sizsiniz diye soracaksınız. Kurnazca hem benim hayatım hem değil diyecek, göreceksiniz. Arkasına yaslanacak, dudağına bir sigara yerleştirecek, bunların hepsi bir kurgu diyecek; bunların hepsi hikâye, hikâyeler kurmacadır, diyecek. Okurlar ona hayran kalacak. O bunu dahi kurgulamıştır emin olun.
Ha, bu arada hatırladım, ofisteki kızın adı Zeynep. Evet, bakardım ona gizlice, sapsarı saçlarını savurarak önümden geçerken arkasından bakardım. Yürürken oynayan kalçalarına, hep dik duran, insana sutyensiz hissi uyandıran göğüslerine, ama o gün, yani işten atıldığım gün elimi dahi sürmemiştim.
O saat ayrıldım işten. Eve dönerken manava uğradım portakal, elma, muz aldım. Ben çıkarken, manav sanki işyerinde olup bitenden haberdar gibi posbıyığını bura bura arkamdan bakıyordu. Yolda oğluma rastladım. Oyun arkadaşlarından ayrıldı, koşarak gelip boynuma sarıldı. Cebimdeki bozuklukları ona verdim. Dışarıda bir süre daha oynamasını tembihledim. Kendi anahtarımla kapıyı açıp merdivenleri çıkarken soyduğum muzu tıkınmakla meşguldüm. İçeriye sessizce süzüldüm, koltukta oturuyordu Suna. Arkasından gizlice yaklaştım. Boynunu öptüm, irkildi; saçlarında elimi gezdirdim, ayağa kalktı, beline sarıldım, kendime çektim. Pantolonumun kemerini açtım, pantolon ayaklarımın dibine düştü. Olamaz dedi, sertçe itti. Vücudum ateş gibi yanıyordu, neden dedim hırsla.
Sustu, gözlerini gözlerime dikti. Üstünü düzelti, yatak odasına yöneldi. Elinde bavulu vardı. Sözcüklerle doğup öldüğüm dünyada her şey o denli hızlı gelişiyordu ki. Suna, bavulunu alıp öylece çıktı, gitti. Tek kelime bile etmeden.
Korkak yazar, elindeki müsveddeleri kaldırdı, çekmeceye koydu. Telefon açtı editör arkadaşına. Yeni bir öykü yazdığını, mayalanması için çekmeceye koyduğunu söyledi. Benim yarım kalan hikâyem orada mayalanırken neler çektiğimi kimse bilmez. Karanlık bir çekmecede ağlamaklı gözlerimi ovuşturdum. Olanı biteni bir kez daha düşündüm. Suna, oğlumu da alarak beni terk etmişti.
Masadaki taze kahvenin kokusu burnuma geliyordu. Bütün olanların benim düşüm mü, yazarın düşü mü olduğunu bu karanlık çekmecede halen düşünüyor, yanıtını arıyorum.
Dursun Karaseki
Comments