“Yüz gram hata, iki yüz elli gram pişmanlık…”
“Ya kanka hadi n’olur bir şeyler yiyelim artık!”
“Tamam ya, amma uzattın sen de. Şu faturayı yatıralım yiyeceğiz işte.” Anlamıyor beni Çiroz Samet bir türlü anlamıyor. Elim ayağım kesildi, bacaklarım birbirine dolanıyor. Kan şekerim de düştü galiba. Çaresiz soruyorum:
“Daha çok var mı?” “Yok yok” diyor “az kaldı, hani şu kokoreççi var ya oradan dönünce hemen sağda.” Kokoreç lafını duyunca gözlerim ışıldıyor:
“İyi o zaman yatırır yatırmaz kokoreç yeriz.” “Kokoreç” kelimesi guruldayan midemi iyice hareketlendiriyor. Hızlı hızlı yürürken sağımdaki, solumdaki ezbere bildiğim restoranlara hiç bakmıyorum. Ama gözlerime hükmetmedeki başarıyı burnum konusunda gösteremiyorum. Zaten hassas olan burnum iyice hassaslaşıyor. Köfte, tavuk, et kokuları eşliğinde yürürken restoranlardan bu kadar yemek kokusu geliyor muydu, diye düşünüyorum. Bu nefis kokuların açlığım nedeniyle fazla mesai yapan hayal gücümün bir ürünü olduğundan şüpheleniyorum. Çok da fazla düşünemiyorum doğrusu. Midemdeki kazıntı düşünmemi de engelliyor.
Caddede yürümeye devam ediyoruz. Hafta sonu olmamasına rağmen etraf çok kalabalık. Elimdeki su şişesini kafama dikiyorum. Bu şişeyi de yarıladım ama o açlık hissi, bir türlü geçmiyor. Alnımdaki yara izi gibi hep orada, hâlâ orada.
Gitar sesi geliyor kulağımıza, yürüdükçe ses artıyor. Bir sakallı arkadaşın etrafında toplanmış ona eşlik eden kızlı erkekli grubu görüyoruz. Çok geçmeden korktuğum başıma geliyor, arkamdan gelen Samet kaşla göz arasında grubun içine karışıyor. Değerli dakikalarımı böyle ziyan ettiğine inanamıyorum. Yok böyle olmayacak, kolundan tutup sürükleyeceğim onu. Derken imdadıma polis yetişiyor. Gençlere orada çalamayacaklarını söylüyor. “Sanatı öldürüyor bunlar” diye homurdanıyor Samet güç bela oradan uzaklaşırken. Yavaş yavaş yürümesi, iyice sinirime dokunmaya başlıyor. Bakışlarımı ona doğru çevirerek durumun vahametini anlatmaya çalışıyorum:
“Şu anda sanatla manatla uğraşacak halim yok dostum. Sanatı öldürmelerine sonra üzülürüm, şimdi açlığımı öldürmek istiyorum; pizzayla, makarnayla, kokoreçle…”
“Kanka, sen biraz abartmadın mı bu işi, birazdan yiyeceğiz dedik ya. Sık dişini az kaldı. Hem Survivor’da olduğunu farz et, ne bileyim diyet yaptığını… Fatura merkezi kapanmadan yetişmek zorundayız. Yemek yemeden yaşayabilirim ama elektriksiz asla.” Tabii Samet gibi ölmemek için yiyen birinin beni anlamasını beklemek hata. Ona bir televizyon bir de internet olsun yeter; ne acıkır ne çişi gelir.
“Oğlum ben çok basit bir şey istiyorum; besin. Hani şu sabahın sekizinden beri vücudumuza girmeyen şey var ya.” Konuşmak beni daha da acıktırıyor sanki. Midemdeki gurultular konser veriyor. Lahmacun kokusu geliyor burnuma. “Bir tane alsam sarsam, yolda yürürken yesem.” Hain Samet aklımdan geçenleri okumuş gibi:
“Geldik işte, şu köşeyi dönünce” diyor. Lahmacunla aramdaki o muhteşem bağı biliyor tabii. Aşkımızın ilk nerede ne zaman başladığını da anlatmıştım ona. Çocukken babamın beni götürdüğü Fatih’teki o lahmacuncu geliyor gözlerimin önüne. Şimdiye kadar kaç lahmacun yediğimi hesaplarken giriyoruz fatura ödeme merkezinden içeri. Sıraya giriyoruz hemen. Lahmacunları bırakıp kuyruktakileri saymaya başlıyorum. Tam on bir kişi. “Sen bekle, ben yan tarafta kokoreç yiyip geleyim.” demeyi çok istesem de diyemiyorum, sessizce bekliyorum Samet’in yanında. Ne de olsa bu elektriği birlikte kullandık, karanlıklara birlikte göğüs gerdik, şimdi de denkleştirdiğimiz parayı birlikte yatıracağız. Birden aklıma geliyor:
“Bize kaç lira kalacak yemek için?” diye soruyorum. “İki kokoreç iki ayrana yeter merak etme.” diyor kasa. Vay arkadaş ya! Nedir bu çektiğimiz. Acıyorum halimize. Bu öğlen simit yemek istemiyorum. Önümüzden bir kişi daha eksilirken Samet’e dönüp:
“Yarın babam para göndermezse yandık desene.” diyorum.
“Hah şöyle oğlum, bir kendine gel bak. Yemeğe değil paraya konsantre ol. Bak ev kirası var, aidat var, başka faturalar var…” İçim daralıyor. Üstelik Samet’in cümleleri sonsuza kadar aç kalacakmışım gibi korkutuyor beni:
“Önce karnımızı doyurup sonra konuşsak bu konuları. ‘Yemek ye, yemek ye’ diyen beynim algılamıyor söylediklerini.”
“Tamam tamam, anladım. Hem galiba ben de acıkmaya başladım sayende.” Ben faturaları kemirecek kıvamdayken ve kuyruktakileri yemeyi falan düşünmeye başlamışken adamın söylediği lafa bak; acıkmaya başlamış. Ulan Samet, kendini dövdürteceksin sonunda. Neyse ki önümüzde üç kişi kaldı. Kenardaki sandalyelerden birinin boşaldığını görünce hemen gidip oturuyorum. Bacaklarımda derman kalmadı artık. Durmadan varlığını hatırlatan midem ve ben sabırsızlıkla Samet’i bekliyoruz.
Nihayet sıranın bize geldiğini görünce kalkıyorum yerimden. Faturamızı öder ödemez dışarı atıyoruz kendimizi. Kokoreç kokusunu alınca gözüm dönüyor adeta. Kolundan tutup yan tarafa sürüklüyorum Samet’i. Kapının önünde durup bakıyoruz. Herkesin kokoreç yiyesi tutmuş, içerisi tıklım tıklım. “Olsun ayakta da yeriz” diye düşünürken duyuyorum o sesi:
“Aaa Kerem ne haber?” Zeynep bu. Tam ağzımı açmak üzereyken yanındakini fark ediyorum. Kilitlenip kalıyorum kokoreççinin önünde. Neyse ki Samet “Selam kızlar” diyerek onlara doğru yürüyor. Peşi sıra gidiyorum. Tokalaşıyoruz, öpüşüyoruz. “Kokoreç mi yiyecektiniz yoksa?” diyor suratını buruşturarak Zeynep.
“Yoo şuraya fatura yatırdık da oradan dönüyorduk, kalabalık dikkatimizi çekti.” diyorum çabucak. Suçüstü yakalanmış hırsız gibi hissediyorum kendimi. Bana tuhaf tuhaf baktığından emin olduğum kankamdan tarafa dönmüyorum hiç. Suç ortağım olmaya karar vermiş olacak ki:
“Bakınıyorduk işte öylesine” diye mırıldanıyor. “İsterseniz bir yerlerde oturup takılalım biraz.”
Samet’e kızsam mı teşekkür mü etsem bilemiyorum. Midemle kalbim arasında sıkışıp kalıyorum. Galiba Samet de. Bu şımarık Zeynep’i ne zaman görse konuşması, hareketleri bir garip oluyor. Kalp çarpıntılarım ve mide gurultularım eşliğinde Beşiktaş’ta yürüyoruz. Cansın yanımda. Midemden ve kalbimden gelen sesleri duymasından korkuyorum.
“Şurada çok güzel bir yer var.” diyor eliyle işaret ederek “Oturalım mı?” Hayır demek ne mümkün. Gerçekten de güzel bir yer. Ahşap masaların etrafı rengârenk çitlerle çevrilmiş. Çitlere kırmızı sardunyalar asılmış. Cansın’ın peşinden gidiyoruz ve onun seçtiği bir masaya oturuyoruz. Arkamızdaki, önümüzdeki yemek yiyen insanlara bakmamaya çalışıyorum. Zeynep menüyü incelerken dudaklarımı zorlayarak:
“Ben aç değilim, çay içeceğim.” diyorum. Yüzündeki aptal gülümsemeyle bana bakıyor Samet. Açlıktan ölmek üzere olan arkadaşının düştüğü duruma mı gülüyor yoksa sebep Zeynep mi bilmiyorum. Kendisinin de aç olmadığını çay içeceğini söylüyor suç ortağım. O da menüdeki fiyatları görmüş olmalı. Kızlar ne istediklerine karar verirken pahalı bir tercih yapmamaları için dua ediyorum. Midem ağrımaya başlıyor. Cansın’ın hamburger istediğini duyunca biraz rahatlıyorum. Tehlike henüz geçmiş değil ama. Samet de ben de Zeynep’e bakıyoruz. “Ben acıkmadım.” diyerek latte istiyor. Ancak başımızdan ayrılmayan kırmızı dudaklı, şirin garson kız:
“Çok güzel tiramisumuz var, yanında ister miydiniz?” diye soruyor. O sahte gülüşünü de alıp bir an önce gitmesini istiyorum başımızdan. İnatla cevap vermemizi bekliyor.
“Eh o zaman bir tane getir, tadına bakalım.” diyen Zeynep’e artık nasıl bakıyorsam bir sorun olup olmadığını soruyor. Gülümsüyorum:
“Yok canım ne sorun olacak dalmışım işte.” Uzatmadan sağı solu kolaçan ediyor Zeynep. O, etrafı incelerken ben de bu kızdan hiçbir şeyin kaçmadığını, açık vermemek gerektiğini, artık kokorece bile paramızın yetmeyeceğini, daha da kötüsü rezil olmadan buradan gidip gidemeyeceğimizi düşünüyorum. Bir yandan da Zeynep’e bakıyorum, sanki düşüncelerimi okuyacakmış gibi tedirginim.
Önce çaylar geliyor masaya. Sonra tam karşımda oturan Cansın’ın siparişi. Hamburgerinden dışarı süzülen ketçaba, mayoneze, yanındaki çıtır patateslere kendimi kaptırmışken “Alır mısınız biraz?” diye soruyor. Yutkunuyorum. Uzattığı tabağa bakmamaya çalışarak “afiyet olsun” diyorum. Hamburgerinden minik minik ısırıklar alan Cansın, karşısındaki adamın hayalinde o tabaktakileri bir çırpıda nasıl bitirdiğini neyse ki bilmiyor. Önümdeki çaydan bir yudum alıyorum. Bomboş midemde yok olup gidiyor.
Fizikten, kimyadan, tıptan, derslerden konuşuyoruz. Adapte olamıyorum bir türlü. Keşke karnım tokken çıksaydı Cansın karşıma. Hele şu tabağında duran yemediği patatesler yok mu, iyice dikkatimi dağıtıyor. Samet’in gözünün de sık sık Cansın’ın tabağına kaydığını fark ediyorum. Tam da midemdeki asidin artık mide çeperlerimi yemeye başladığını hissederken bir çatal görüyorum. Hayal mi gerçek mi anlamaya çalışırken “tiramisuyu dörde böldük” diyor Zeynep. Çatalı elime almak bile heyecanlandırıyor beni. Payıma düşen minik parçayı bir lokmada yemeye kıyamıyorum, hemen bitmemeli. Cansın’ın hamburgeri yemesi gibi minik minik parçalar alıyorum. İçimden geçen; “Allah’ım sen kimseyi bir parça tiramisuya muhtaç etme” cümlesini de son lokmayı da yutuyorum.
Zeynep bize yaptığı diyetten bahsediyor. Tıp öğrencisi olmanın hakkını da veriyor doğrusu. İnsanların açlığa altı hafta dayanabileceğini, açlıkta önce karbonhidratların sonra yağların sonra proteinlerin harcandığını, en sonunda hücrenin bütünlüğünün bozulduğunu ve ölümün gerçekleştiğini anlatıyor. Onu dinlerken kan şekerim iyice düşüyor. Hangi aşamada olduğumu anlamaya çalışıyorum. Ben açlık muhabbetini nasıl sonlandırabileceğimi düşünürken Cansın konuşmaya başlıyor:
“Ne demiş şair?” diyor “karnı açlardan ziyade kalbi açlara acırım.” Hepimiz gülümsüyoruz. Mevzunun mideden kalbe evrilmesi hoşuma gidiyor, bir de devamını getirmeseydi:
“Mesela şu karşımızdaki masada oturan adam öyle çok şey yedi ki inanamazsınız. İster istemez gözüm takıldı. Şimdi de tatlı yiyor. Bence mutsuz insanlar durmadan acıkır ve yer. Ruhu doymamış insanlar yemekle tatmin oluyor galiba.”
“Çok doğru” diyor Samet. “Üstelik dünyada sevgiye, gülmeye, mutlu olmaya aç o kadar çok insan var ki…” Vay be bizim kankaya bak, iki senedir aynı evdeyiz, bir kere olsun böyle cümleler sarf ettiğini duymadım. Ben Samet’e hayret ederken Zeynep kaldığı yerden devam ediyor:
“Ama unutmayın, her dakika birileri açlıktan ölüyor bu dünyada.”
“Ah be Zeynep, onlardan biri de karşında duruyor, az sonra ölecek. Niye aynı konuya dönüyorsun yine. Tabii tokken açlığı konuşmak kolay” diyemiyorum. Allahtan durmadan gözüme takılan Cansın’ın patateslerini alıp götürüyor garson. Yine aklımdan geçenleri okumuş gibi: “Cansın’ın yemediği şu patateslere muhtaç binlerce insan var.” diyerek beni deli ediyor Zeynep.
“Bir çeşit sınav mı bu Allah’ım?”
Kankam durumu fark etmiş olacak ki imdadıma yetişiyor. Belki de onun sınırlarını bile zorluyor bu muhabbet. Zeynep’e bu kafeye daha önce gelip gelmediğini sorarak mevzuyu değiştiriyor. Daha önce bir iki kere Cansın’la geldiklerini söylüyor.
“Güzel bir yermiş” diyerek Cansın’a bakıyorum:
“Yine geliriz belki.” Karnım tok olsa daha neler söyleyeceğim ama… Sınavlarını atlattıktan sonra tekrar gelebileceğimizi söylüyor kızlar. Samet’le birbirimize bakıyoruz, konuşmamıza gerek yok. Kalbimizin sesi midemizden gelen sesleri bastırıyor.
“Ama şimdi kalkmamız lazım, alışverişe çıkmıştık biz.” diyerek çantasını aranıyor Zeynep.
“Olmaz öyle şey!” diyerek ciddileşiyor Samet, hesabı istiyor. Öyle güzel oynuyor ki cüzdanında benden sakladığı bir tomar para olduğuna inanacağım neredeyse. Ama en az benim kadar tedirgin olduğunu bildiğimden kızlara dönüp:
“Eh siz gidin o zaman beklemeyin, biz hallederiz.” diyorum. Teşekkür ederek kalkıyorlar masadan. Onlar giderken hesap geliyor. Neredeyse son paramızı veriyoruz, olsun; kızlara parasız erkek imajı vermemeyi başarıyoruz ya... Açlıktan ölmezsek işimize yarayabilir.
Bu güzel sardunyalı mekândan uzaklaşırken söyleniyor Samet:
“Kanka ya! Para yetmeyecekti az kalsın.” Cevabını duymaktan korktuğum soruyu soruyorum ona:
“Hiç kaldı mı?”
“Simit alacak kadar.”
Adımlarımız hızlanıyor. Karşımıza çıkan ilk simitçiden birer simit alıp hemen yanındaki banka oturuyoruz. Hiç konuşmadan hatta nefes almadan yiyoruz. Midem dipsiz bir kuyu gibi, nasıl bittiğini anlamıyorum. “Kerem” diye mi sesleniyor birisi? Kafamı sağa sola çevirirken Fahri’yi görüyorum.
“Ne haber kankalar? Simit yiyenler derneğinin daimî üyeleri de buradaymış.” diyerek sırıtıyor. Hiç düşünmeden koluna yapışıyorum Fahri’nin:
“Dalga geçilecek halde değiliz oğlum ya! Paran var mı onu söyle sen bize. Birkaç güne sana öderiz.”
“Ulan çok şanslısınız, kredimden kalan yüz lira var, ellisini veriyim size.” Cüzdanından parayı çıkarırken tembih ediyor:
“Ödemeyi zamanında yapın ama benim durum da malum.” Parayı kapıyorum elinden adeta.
“İyi ki varsın!” diyorum yanından uzaklaşırken. Önüme ilk gelen kafeye dalacağım, seçim yapma aşamasını çoktan geçtik çünkü. Bana yetişmekte zorlanan Samet sesleniyor arkamdan:
“Niçin zengin arkadaşlarımız yok bizim kanka?”
“En azından cömert arkadaşlarımız var” diyerek elimdeki elli lirayı daha bir sıkı kavrıyorum. İki adım sonra bir kafe çıkıyor önümüze. Hamburgerler, patatesler, tombik dönerler, lahmacunlar… Gözüm dönüyor. Samet hamburgerini yarılamadan benimki bitiyor.
Doyamıyorum bir türlü. Patates kızartması da işe yaramayınca bir lahmacun söylüyorum. “Çatlayacaksın” lafını duymasam ve utanmasam yemeye devam edeceğim. Midemde kocaman bir delik açıldı galiba.
Artık dolu midelerimizle eve doğru yavaş yavaş yürüyoruz Samet’le. “Elektriğimiz de olacak kanka” diyor “Karnımız da tok, daha ne olsun.”
“Restoranların, kafelerin önünden rahat rahat geçebiliriz şimdi” derken yine yemek kokuları geliyor burnuma. Midemi birisi tutup çeviriyor sanki içimde. Lahmacunlar, hamburgerler, patatesler, hatta tiramisular birbirine karışıyor. Yanından geçtiğimiz apartmanın köşesinde alıyorum soluğu. Kusuyorum, hiç durmadan kusuyorum. İçim dışıma çıkıyor, yer gök birbirine karışıyor. Yanıma koşan Samet, elindeki su şişesini uzatıyor bana. Avucuma döküp yüzümü yıkıyorum. Bir yudum içtikten sonra şişeyi uzatıyorum kolumdan tutan arkadaşıma:
“Ya Samet, sence ben mutsuz muyum? Hani Cansın dedi ya ‘ruhu doymamış insanlar, mutsuz insanlar durmadan yer’ falan diye.”
Elindeki mendili uzatıyor Samet:
“Üzülme kardeşim” diyor “biz mutsuz falan değiliz, sadece parasızız!”
Yazar: Esra Aydın
Esra Aydın'ın "Herkes Öldürür Sevdiğini" isimli öykü kitabı hakkında bilgi almak için tıklayın: Herkes Öldürür Sevdiğini
Comments