Sabah daha gözlerimi açtığım anda, bugünün hayatımın en unutulmaz günü olacağını biliyordum. Kim bilir kaç insanı soğukta donmaktan kurtaracağımı düşününce yorganı üzerimden atıp yataktan fırlıyorum. Üniformamı üzerime geçirdiğimde aynadaki aksime hayranlıkla bakakalıyorum, beni bugüne dek hafife alanlara acıyorum sadece… Gülsüm’den helallik alarak aracıma biniyorum. Evet, aracım bile var artık benim oğlum! İnşallah mahalledekiler beni görürler. "Solmazların küçük oğlan ne olmuş öyle!" diyeceksiniz, hele hele… Arabayla bizi şuraya bıraksana diye kapımda sıraya girmenize az kaldı. Sizi köftehorlar sizi…
Hey maşallah! Şehrin en havalı mahallesine giriş yapıyorum şimdi de. "Burası bizim Müdür Cevat’ın makam odası gibi. Daha sokağına girdiğin anda, önünü ilikleme ihtiyacı duyuyorsun. Her şey muntazam." demişti Hasan Ağabey....
Ağaçlar sıralı. Çiçekler budanmış. Evlerin önü sulanmış. Sokağa çocuk fırlamaz burada be, tasmasız köpek yok ortalıkta. Kafana kuş bile pislemez. Pislese de gelir senden özür diler. Sinyal verip sokağa dönerken şoförlü bir aracın gösterişli binanın garajından çıktığını görüp frene basıyorum. Arkada oturan kalantor adamla bakışırken yerimde dikeliyorum, mesaiye böyle şoförünle başlamak nasıl olurdu acaba? Karları ezerek yola fırlıyor Mercedes. Tekrar gaza basarken aynada kendimi görüyorum. Valla fiyakam yerinde! Bu muhitteki insanlara kendimi beğendirebilirsem yırtarım, bahşişleri kaparım. Günde on kombi tamiri yapsam, bir de garanti satsam, ayın sonunda kesin prim cepte!
İşe bak, tam vaktinde radyoda sevdiğim şarkı çalıyor, sesini açıp son kıtaya sağ omzumu oynatarak eşlik ediyorum. "Her an dönebilir devran, kervan bu gece de kervan!"
"Ön tekerlek nereye giderse, arka tekerlek onu takip eder." der Gülsüm. İlk gün, ilk izlenim mühim. Ağzım laf yapacak, şeytan tüyümle akıllarını başlarından alacağım, gör bak şimdi.
Aradığım adres işte burası! Sokağın sonuna, biraz öteye park ediyorum. Elimde alet çantamla bahçe girişine geldiğimde en üst katı görebilmek için kafamı göğe dikiyorum. Hey maşallah! Binayla uzun uzun bakışıyoruz. İyi ki üzerimde üniformam var. Kaşlarımı hafifçe çatıp Gülsüm’ün, "Yine ateş ediyorsun." dediği bakışımı takınıyorum.
Şu bahçeye bak, çimlerinde iyi futbol oynanırdı. Giriş kapısının yanında oturan kara kedi, beni görünce kalkıp ağır adımlarla gerinerek önümden geçiyor. Arkasından bakıyorum. Sinsice çimlerde cıvıldaşan kuşlara yaklaşıyor. Tok evin aç kedisi, doyuramadılar mı seni?
Binaya girdiğimde merakla etrafımı inceliyorum. Duvar mermerleri ayna gibi parlıyor. Kaç paradır kim bilir? Girişi böyleyse evin içi nasıldır acaba? Güvenliğin önünde bir grup adam birikmiş aralarında konuşuyorlar. Onlara yanaşıp beklemede kalıyorum. Uzun olanı dönüp beni yukarıdan aşağıya süzüyor. Diğer konuşanlar da susuyor, hep birlikte bana bakıyorlar. Sonra aralarında işaretleşiyorlar. Nedir bunların derdi? Gözlerimi kısıp yerimde kıpırdanıyorum. Dönüp asansöre mi yürüsem, diye düşünürken, telsiz sesiyle irkiliyorum. İçlerinden biri bana sesleniyor.
"Genç! Nereden geliyorsun sen?"
Omuzlarımı dikleştirip çalıştığım firmanın ismini veriyorum.
"Kime geldin?"
Otomatiğe bağlamış gibi daire numarasını ve müşterinin adını söylüyorum. Tekrar birbirlerine bakıyor ve bu defa aralarında gülüşüyorlar. Yüzlerindeki ifadeyi anlamaya çalışıyorum. Soruları niye sen sormuyorsun der gibi, bankonun arkasında duran güvenlikçiye bakıyorum. Kır saçlı adam, kanı çekilmiş yüzüyle, gözleri kocaman açılmış, donup kalmış gibi. O sırada bankonun üzerindeki telsizi görüyorum. Yaşlı olanı telsizi alıp kemerine takıyor. Kemerde asılı silahı da o an fark ediyorum. Genç olan yanıma yaklaşıyor:
"Kardeş, amirim seninle konuşacak, şu köşeye gidelim."
İstem dışı etrafıma bakınıp kaçış noktası arıyorum. Bu müşteriyi ilk sıraya koyan, beni bu saatte buraya gönderen Mustafa’ya içimden okkalı bir küfür savurarak amir dedikleri kişinin yanına doğru ilerliyorum.
"Aslanım sen nerelisin?"
"Aydınlıyım amirim."
"Şimdi bak, ülkesini seven her yurttaşın hayali sana kısmet oldu. Türk polisine yardım etme fırsatı geçti eline. Hazır mısın, buna cesaretin var mı?"
Alet çantamın ağırlığını hissediyorum. Adeta dizlerimden aşağı bir uyuşma başlıyor. Üzerimdeki üniformayı çekiştiriyorum. Sağ gözüm seyiriyor.
"Tabii amirim, gurur duyarım."
Sesim titremedi Allahtan. Hay aklıma edeyim, neden müdürümü arayabilir miyim, diye sormadım? Yok olmaz, öyle söyleyince koca komisere karşı çıkmak gibi olur. Boşver, sesini çıkarma. Zaten daha benden ne beklediklerini bile anlamadım ki? Polise yardım edecek neyim var benim? Üstümde üniforma görünce adam sandılar tabii beni.
"Aferin oğlum. İyi dinle şimdi. Senin geldiğin daireye giriş yapmamız gerekiyor. İçeride küçük bir işimiz var, sen bize yardım edeceksin. Kapıyı çalıp, nereden geldiğini söyleyeceksin, onlar kapıyı açtığında biz ekip olarak intikal edeceğiz. Anlaştık mı?"
"Emredersiniz amirim!"
"Hadi şimdi seri hareket edelim. Kuş yuvadan uçmasın."
"Uçmasın amirim."
Hain kuşun kanadını yolmak için birlikte asansöre biniyoruz. Artık kaçacak yerim de yok. Şakağımdan aşağı ter damlası süzülüyor, beynim donmuş gibi, dua bile gelmiyor aklıma. Silahlı bir grup adamla daracık bir alandayım. Ah anam, garip anam. Her şey üzerime üzerime geliyor. Evet demekle doğru mu yaptım? Şirket buna ne diyecek? Kapının önüne koymazlar inşallah beni. Derin bir nefes alıyorum. Bunlarda çelik yelek de vardır. Ya ben ateş hattında kalırsam? Ulan bendeki şansın içine tüküreyim. Asansör kata ulaştığında amir sertçe konuşuyor.
"Biz merdiven boşluğunda bekleyeceğiz. Sen kapı açıldığında ağırdan al. Gerisi bizde zaten."
Asansörden inerken hafifçe yerimde sallanıyorum. Umarım düşüp bayılmam. Ekip mevzileniyor. Daire kapısı banka kasası gibi maşallah. Hasan Ağabey’in bir sözü daha geliyor aklıma. "Kapıyı on sekiz yaş altı biri açarsa, ebeveynini sor, yoksa içeri girme. Şirkete hiçbir itham, iddia getiremeyiz." Yaa Hasan Ağabey, her şeyi düşündünüz ama kapıyı polisle kırma ihtimali gelmedi aklınıza değil mi?
Zile basıyorum. Neşeli bir kuş sesi yankılanınca gülesim geliyor. Sinirlerim bozuldu tabii. Ama böyle kapıya da böyle zil olmaz ki! Bizim Puşt Kazım gibi, bir doksan boyunda adam, konuşunca kız gibi ses. Ya oğlum salak salak konuşma, arkanda polis teşkilatı seni bekliyor, senin düşündüğün şeye bak. Kapı açılıyor sonunda. Buruşuk sabahlığı, dağınık sarı saçlarıyla kapı aralığında bir kadın beliriyor. Bakışları uzunları yakmış farlar gibi, kulağımdan arkaya beni delip geçiyor. Nereden geldiğimi söylüyorum. Kadın sanki bir bulutun içinde, aklı da saçları gibi karışmış, sessizce yerinde duruyor. Sonunda kenara çekiliyor beni içeri almak için. Bu ânı bekleyen ekip, panter sürüsü gibi kapıya atlıyor.
"Polis! Çabuk yere yat!"
Sesi duyunca yerimden sıçrıyorum. Kollarımı havaya kaldırırken alet çantam dairenin içine doğru düşüyor. Gözlerimi sıkı sıkı kapatıyorum. Her şey öyle hızlı gelişiyor ki, algılayamıyorum bile. Belki de hayal görüyorumdur. Gece zaten doğru dürüst uyuyamamıştım. Oğlum hâlâ saçmalıyorsun. Sesini kes ve aç gözünü. Gözümü araladığımda koridorda, kolları arkasında böcek gibi kıpırdayan kadını görüyorum. Müşterimle bakışıyoruz. Kollarımı indiriyorum.
"Çağrı merkezinden ararlarsa, hakkımda olumlu konuşmazsınız herhalde değil mi?"
Kadın hâlâ bulutlu, öylece boş boş bakıyor bana. Siftah yapmak kısmet olmadı kendisine, garanti satmak da. İçeriden sesler yükseliyor.
"Zulayı bulduk! Sıra baronda."
Acaba "Şanlı Türk polisine yardım madalyası!" diye bir şey var mı? Hızla alet çantamı kavrıyorum, ne de olsa üzerime zimmetli, içindekinin borcunu maaşımla bile ödeyemem.
Dönüp asansöre doğru giderken, sol omzumun üzerinden Puşt Kazım’a bakıyorum, tek kaşımı kaldırıp ona en karizmatik ateşimi ediyorum. Asansörün kapısı kapanıyor, daireden gelen bağrışmalar arkamda kalıyor. Gülsüm bazen, "Önden gülmeyen, sondan güler." derdi. İnşallah doğrudur.
Nilüfer Birdal
Comentários