Belediye, eskiden sitenin olduğu alanı yeşillendirme projesi adı altında betondan bir çocuk parkı yapmış. Kaydırağın durduğu yer sanırım bizim apartmandı. Köşedeki salıncakların olduğu yer ise Meltem ve Özgürlerin apartman. Biz odalarımızın küçük pencerelerinden bu beton harikası olan yere değil yeşilliğe bakardık. İlk kez dönüyordum. Dön ve yüzleş demişti doktorum, dediğini yapıyordum. Çocuk parkında dedeler torun mesaisine başlamışlardı. Oradan oraya koşuşturan çocukları izledim bir süre kaldırımın kenarındaki sokak lambasına dayanarak. Çığlık atan çocukların sesleri bir an yardım isteyen yakarışlara dönüşür gibi oldu kulağımda. Nem, gömleğimin yakasından aşağıya süzülen tere eşlik ediyordu. Zihnimin bulanıklaştığını hissetmeye başladım. “Böyle zamanlarda oksijen alabileceğiniz bir alana geçin hatta mümkünse toprağa değin Kerem Bey,” demişti güzel doktorum uzun kirpiklerini kırpıştırarak. Gözlerimi sımsıkı kapatıp, üç derin nefes aldım. Ona kadar sayıp gözlerimi açtım. Kalbimin üzerinde oturan devasa bir moloz vardı. Gitmemişti. Betonun üstüne çöken nemden çocukları, dedeleri göremez olmuştum. Midemin bulantısı boğazımı da zorlamaya başlamıştı. Parkın ilerisinde toplanıp kaçış planları yaptığımız geniş yeşil bir arazi vardı. Körfez’e ve deniz altı tersanesine kuş bakışı yapar, çimenlere uzanır, birbirimize kaçış hikâyelerimizi anlatırdık. Sigaraları Meltem sarar, biraları Özgür getirirdi. Kafalarımız cilasını alınca kocaman gülüşlerimizle Değirmendere sahilde kendimize gelme turları atar, omuzlarımızda çantalarımız evlerimize dağılırdık. Ertesi gün yine aynı yerde aynı saatte buluşup, hayallerimize kaldığımız yerden devam ederdik. Ne bulurduk konuşacak o kadar acaba? Kahkahalarımızın hiç susmayacağına inandığımız zamanlardı. Meltem’in kahkahası karşı apartmanlardan duyulurdu. Tatlı bir esinti olurdu bu tepede en ağır havada bile. Meltem eteklerini bacaklarının arasına alır, yer yer kumlanmış çimenlerin üzerine uzanırdı. Sigaralarımızın ilk dumanını gökyüzüne üflerken gözlerimizi sımsıkı kapar, çapkın karganın tepemizdeki kayın ağacının dallarına konmasını beklerdik. “Ulan kara çapkın, sen de bizim gibi körfezin dar boğazına mı sıkıştın, uçsana oğlum, kanatların var senin,” derdi Özgür birasının ilk yudumundan sonra. Çapkın iki gaklar, kafasını mekanik bir hareketle bir aşağı bir yukarı oynatırdı. Nefesimi düzenleyemiyordum, kalp atışlarım şakaklarımdaydı. Cebimden böyle anlarda biraz sakinleşebilmem için uzun kirpikli güzel doktorun yazdığı ilacı çıkardım. Yanımda su bile yoktu. Yutkundum, küçücük kırmızı hap boğazımdan yağ gibi kayarken, Meltem’in uzandığı yere kendimi bıraktım. Çimenlerin üzerinde saçlarına sürdüğü papatya suyunun kokusu duruyordu. Meltem gitmiş, kokusunu buralara bırakmıştı. Gözlerimin üzerine bulutlar biniyordu. Kirpiklerim ağırlaşıyor, kayın yapraklarının ardından güneş bir görünüyor bir kayboluyordu. Denizden bir esinti başımın üzerine dolandı. Ellerimi iki yana açtım. Tam o anda sol elimi uzattığım yere geldi kondu. Önce yüzüme sonra parmaklarıma baktı. Bu bizim kara çapkındı. Çok sessizdi. Bekledim. “Beni öylece bıraktın o geri zekalı çay bahçesinde, Özgür gelip beni almasaydı hâlâ şuraya yayılmış, şu ruh kıstıran kasabadan nasıl kurtulacağız planları yapıyor olabilirdik,” dedi Meltem saçlarını savurarak. “Dinlemiyordun ama sen beni.” “Dinlemiyor değildim hava çok sıcaktı, basıktı böyle, sanki yıldızsız gökyüzü üzerimize inmişti, hatırlasana. Sen ise çok acayip bir şeyler oluyor Meltem, seni karşımda görünce dayanamıyorum, içimde bir şeyler dolanıyor, anlamanı istiyorum, paylaşamıyorum, falan diye daha da üstüme geliyordun.” “Keşkelerin en büyüğü orada kaldı. Hayatım orada o çay bahçesinde makas yaptı. İki dakika sabredip Özgür’ü aramasaydın…” “Özgür’ü aramasaydım, bir okul çıkışı eve yalnız yürürken peşimden gelmeseydin, cdlerimi paylaşmasaydım, o tepeye çıkıp hayal kurmasaydık, son olduğunu bilmediğim o doğum günümde kara çapkının gözü önünde beni yine o tepede öpmeye kalkmasaydın, ben senden kaçmasaydım, Özgür kırık ayağını sürüye sürüye gelip beni o geri zekalı çay bahçesinden almasaydı… Öyleydi böyleydi. Bitmez bu Kerem. Anlayamıyorsun, kapılar açılır kapanır. Her seferinde bir seçim yapılır. Sen tren kapıları kapanırken dışarda kalan oldun. Biz içerdeydik. O tren kırk beş saniyede kalktı.” “Sorularım ve dilenecek özürlerimle öylece kalakaldım. Molozların altında kalan siz miydiniz yoksa ben mi? Çok düşündüm bunu.” “Hâlâ inanamıyorum biliyor musun? O gün beni öylece masada bırakıp gittiğine, yan masadaki kızlar ağızlarındaki çekirdekleri denize püskürtüp sivilceli yüzleriyle gülüyorlardı halime. Ne güzeldik oysa. Sen, ben, Özgür. Kırılmazdım sana. Bir kez olsun anlamaya çalışmayı deneseydin. Gözünü kör eden o halini biraz sustursaydın. Ya sen benim sırtımı düşünmeden dayadığımdın. Sevgili olmak uğruna o güzelim dostluğu harcamak istemedim. Sen ne yaptın? Kalktın, gittin. Sabahına düzeltiriz aramızı diye düşündün belki. Gecenin mezar gibi üzerimize çökeceğini bilemeden, kalktın, gittin. “Şimdi hiçbiriniz yoksunuz. Benim cezam da o gün sizin gibi eve dönmemiş olmak.” “Dönmüşsün işte. Bak hâlâ aynı yerdesin, kara çapkın da burada. Çocuk parkı yapmışlar bizim siteyi, gördün değil mi? Her şey değişmiş Kerem. Sen neden hâlâ göremiyorsun?” Sustu Meltem. Yaprakların hışırtılı sesi arttı. Rüzgâr burnuma kabuklu fıstıkların kokusunu getirdi. Doğruldum, arkamdaki ağacın gövdesine sırtını yaslamış birasını yudumluyordu Özgür. “Ne zaman geldin Özgür, söylemedin?” dedim sesim içime çekilerek. Boğazımdan geçen buz gibi ilk yudumu bitirip kara çapkını gösterdi. “Bak gelmiş bizim ki,” dedi ve sustu. Kara çapkın ağzını açıp kapadı. Geldiğimden beri gaklamayan Kara, bir Özgür’e bir bana bakıyordu. “Ne inattın be Kerem. Dediğim dedik çaldığın düdük. Güzelim hayallerimizi bir gecede yerle bir ettin.” “Ne alaka Özgür? Ben miyim suçlusu, ne diye döndünüz eve apar topar? Sorgusuz sualsiz Meltem’in peşinden ayrılmıyordun. Ben geldim çıktım tepeye. Bekledim sizi. Kara çapkın da geldi, gece gece kondu kayının en tepesine. Kapkara gözlerini görüyordum gecenin sessizliğinde. Aptallık zamanları. Gençliğin aptallığıydı. Boş yere üzmüştüm kızı. Kafamı toparlayıp inecektim mahalleye. Sabaha önce Meltem’i bulup sımsıkı sarılacak sonra da sana gelecektim. Dayadım sırtımı iki soluklanmak için aynı böyle senin durduğun yerde. Kara, kanatlarını iki açtı, kafasını bir sağa bir sola çevirdi. Söylene söylene havalandı. Nefes alınamayacak kadar sıkışıktı hava. “Sen hâlâ bunları mı düşünüyorsun Kerem? Büyük meselelerimiz var diye dertlenirken küçücük pencereleri olan evlerimizin kolonsuz betonları altında bir gecede öldük. Büyümeden öldük. İçerdekiler değildi sadece ölenler. Dışarda kalanlar her gün öldü. Kırk beş saniyenin sonrasındaki o sessizliği hatırlıyor musun? Tam o sessizlikte öldük işte. Kimse duymadan, bir dakika bile olmadan.” “Uyuyakalmışım Özgür. O günden beri uyuyamıyorum. Ne uyuyabiliyorum ne de unutabiliyorum. Ama hayat da akıyor. Ben öylece bakıyorum. Kimseleri tutamıyorum hayatımda. Boğazım da tıkanmış. Bir avuç toprak ağzıma atmışım da orada kalmış gibi. Geçmiyor Özgür… Bilmiyorsun ama o gece sizin apartmanın enkazının üzerinde döndü durdu bizim kara çapkın. Arkadaşlarına da haber etmişti. Sabaha kadar susmadılar. Döndüler durdular tepenizde. Sonrası bitmeyen kavga, çözülmeyen bir karmaşa. İçimdeki öfke dinmiyor.” “Biz çözülmez sandığımız meselelerimizle ölürken sen büyüdün, gör artık kendini. Baksana haline; sakallarının arasındaki beyazlar, dökülen saçların ve hatta pantolonunun belini zorlayan göbeğin ile sen bir şekilde yolunu yürümüşsün. Sana kalan zorlu yol olmuş. Ölmek kısacık bir andı zaten. Affetmek zorundasın artık kendini. Çok gençtik Kerem. Heyecanımızın derdine düşmüştük. O kırk beş saniyeye yakalanmasaydık yine burada buluşuyor olacaktık. Meltem kızmıştı sana evet ama hallederdik. Küs değildik. Sen de küsme. Kabullen.”
Göğsümün üzerinde yıllardır kalkmayan öküz müsaadesini mi istiyordu? Ciğerlerime deniz kokusu doldu. Öksürerek kendime geldim. Kafamın üzerine denk gelen daldan eğilmiş kapkara gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Gülümsedim. Gakladı. Kanatlarını iki kez açtı kapadı. Sağına soluna mekanik bir bakış attı. Çocuk parkının olduğu yere doğru havalandı. Karanlık çöküyordu. Nem yerini güzel bir esintiye bırakmıştı. Doğruldum, Meltem’in son doğum günümde hediye ettiği saatime baktım. Saat 03.02’yi gösteriyordu. Mezarlığa doğru yürümek için ayağa kalktım. Tepemde yıldızlarla dolu bir gökyüzü vardı. Ferah ve yüksek. Mezarlığa giden yola cebimdeki fıstık kabuklarını boşalttım.
Aysim Demiröz Göral
Comments